13 Nisan 2010 Salı

#11

#10

Var mı daha ötesi?




Ha-ha-hayyy çok şükür dostlarr, benim de artıık bir tumblr'ım vaaar!!!

An itibariyle tumblr dünyasına giriş yapmış bulunuyorum. Burayı da boşlamak istemiyorum gerçi, bakarsınız güncellemelerimi iki blogumda da paralel olarak yaparım.

11 Nisan 2010 Pazar

#9

Bugün annecikle aramızda geçen ve akabinde ikimizi de yerlere yatıran minik diyaloğu aktarmadan geçemeyeceğim. Ekşisözlük'te hala onay bekleyen çaylaklardan olduğum için yazamıyorum sözlüğe, bu yüzden blogumun nimetlerinden faydalanayım dedim :)  Ekşisözlük üslubuyla anlatmak gerekirse:

Olay öğle saatlerinde vuku bulmuştur. Evde iki gündür diş macununun bitmiş olması ve her seferinde dışarı çıkıldığında diş macunu alınmasının unutulmasıyla baş veren sıkıntıyla herkes birbirine eve gelirken diş macunu almasını tembihlemektedir. Valide hanım kısa bir yürüyüş sonrası yapmış olduğu alışverişten dönmüş, ayakkabılarını çıkarırken poşetleri kapıdan Stelmaria kişisine -yani bana- uzatmıştır. Gayet meraklı Stelmaria kişisi poşetleri mutfağa götürdükten sonra her zaman olduğu gibi poşetleri karıştırmaya başlar ve o sırada annenin de mutfağa girmesiyle olaylar gelişir...

STELMARIA: (Diş macunu kutusunu çıkarıp göstererek) Anne, neden diş macununu İpana aldın?
ANNE: (Yüzünde bir hayal kırıklığı ifadesiyle) Aaaa, ben onu Signal diye almıştım?
STELMARIA: E anne Colgate kullanıyoruz biz?
ANNE: ?!!!
(Kahkahalar...)

Anne kişisi, her zaman kullanılan Colgate Üçlü Etki diş macunu almak amacıyla dışarı çıkmış, fakat kendisinin YGS annesi olmasının verdiği kafa karışıklığıyla gidip İpana diş macunu alması ve yukarıdaki olayın üstüne bir de  "Colgate'lere hiç bakmadım bile" şeklinde açıklama yapmasıyla ikinci kez yerlere yatılmış, kahkahalar uzun süre devam etmiştir. Ve bilinmelidir ki bu olayın yankıları bir süre daha devam edecektir...

3 Nisan 2010 Cumartesi

29 Mart 2010 Pazartesi

#8

Bir gün bu şarkıyı içimden gelerek, iliklerimde hissederek, "tam da beni anlatıyor" diyerek avaz avaz söyleyebilecek halde olmayı istiyorum...

I wish today was just like every other day, 'cause today has been the best day, everything I ever dreamed...

#7

Yazarın notu: İşbu şarkı sözü, son zamanlarda içinde bulunduğum halet-i ruhiyenin tasviridir...


Bir acı var kördüğüm boğazımda,
Tadım yok biraz bu aralarda..
Dağıttım biraz da son zamanlarda.
Yüreğim artık beni yormasana..
Gönül gözüm kapandı, sesim çıkmaz artık bu odalarda.
Heves ederdim ya eskiden, artık gücüm yok bu hayata..
Çekip gidesim var artık yalan dünyadan,
Önüme çıkıp duran sahte yüzlerden..
Hiç bir söz bir nefes kesmiyor beni,
Nedense birkaç gündür gidesim geldi...

Doomsday...

27 Mart 2010 Cumartesi

#6

Bahar değişikliği

An itibariyle blogumun şablonunu ve renklerini değiştirmiş bulunmaktayım. Blogumda mevsimlere uygun konseptler ve değişiklikler yapmayı kuruyorum kafamda şu anda. Haydi bakalım, bahar konseptimiz hayırlı olsun :)

26 Mart 2010 Cuma

#5

Single Father yolda!!!

Not: Bu yazı(cık) başta ben olmak üzere tüm David Tennant hayranları için yazılmıştır. 

David'in yeni dizi projesi olan Single Father'ın çekimlerine bu hafta Glasgow'da başlandı. Hatta bu çekimlerden ilk fotoğraf karesi de yayınlanmış bulunmakta.
Single Father'ın konusuna gelince: Glasgow'da yaşayan 4 çocuk babası bir fotoğrafçı olan Dave'in hayatı, eşi Rita'nın ani ölümüyle altüst olur. Eşinin en iyi arkadaşı Sarah'a aşık olmasıyla, 4 çocuğuyla tek başına başa çıkmaya çalışan Dave'in hayatı daha da karmaşık hale gelir. Biz de bunu bir güzel oturup keyifle izleriz.İzlemez miyiz hiç? Tabii ki izleriz. David oynar da gözlerimiz bayram etmez mi? Tabii ki eder :)

Gerçi çekimleri yeni başladı ama "çekimler artık bitse de izlesem" moduna çoktan girmiş bulunmaktayım. Hadi David, çok bekletme bizi!!!


Edit: Çekimlerin Mayıs ayı sonunda bitmesi planlanıyormuş. Of yaa, daha çok var bitmesine :(

21 Mart 2010 Pazar

Mental illness is real, is a real illness. You can die of it, you know?

"Murder in Samarkand"da sinirsel çöküşün eşiğindeki Craig'in repliğiydi bu. Duyduğumda Craig'e sonuna kadar hak verdiğim bir replik.

Öyle bir zehirdir ki zihinsel hastalık.. Öyle yıpratır ki sizi.. İçten içe sizi kemirir, günden güne tüm benliğinize yayılır, hasta eder sizi. Kanserden pek farkı yoktur neredeyse. Ama kanser gibi de belli etmez kendini, ne röntgende, ne MR'da ne de test sonuçlarında gözükür. Halk arasında saygınlığı da yoktur bu hastalığın, size "deli" der geçerler. Ama bilmezler ki o "deli" diğer hastalar kadar hastadır... Anlamazlar ki çektiğiniz ızdırap diğer hastalarınkinden az değildir, diğer hastalıklar gibi "şuracıkta ölsem de kurtulsam" dedirtir insana... Hatta belki diğer hastalıklardan daha çok dedirtir, zihinsel hastalıklara sahip kimselerin intihar veya intihara yeltenme hikayelerini her gün duyuyoruz.

Zihinsel hastalık sadece zihinle sınırlı kalmaz, fiziksel olarak da günden güne çöküşün eşiğine gelirsiniz. Boğazınızdaki yumru, baş ve göğüs bölgelerinizdeki ağrılar ve ağırlık hissi sizi hiç bırakmaz. Nefes alamadığınızı hissedersiniz adeta.. Boğazınızdaki ağrı ve sinirden ağlayacak duruma geldiğinizde rahatlamak için su içersiniz, aromaterapik çözümlere başvurursunuz(parfüm, kolonya ve birtakım esanslar koklamak vs.). Ama bu çözümlerin ömrü kısadır. İlaçlara başvurursunuz çok kötüyseniz. Passiflora en iyi arkadaşınız olur, Passiflora'nız biterse ya da sürekli içmekten artık sizin işinize yaramaz hale gelmişse bu sefer içki dolabını ziyarete başlarsınız. Sinir bozukluğunuzun derecesiyle doğru orantılı olmak üzere kimi zaman dolaptaki likörden, şaraptan, votkadan, viskiden koca bir fırt çekersiniz. İçki boğazınızdan geçerken boğazınızdaki ve göğsünüzdeki yanma hissi hoşunuza gider, bir nebze gevşediğinizi hissedersiniz. İçinizdeki o yumak bir nebze gevşemiş, çözülmüş gibidir. Neden sonra, biraz unutursunuz eleminizi. Yine herşeyi deliliğe vurmaya çalışırsınız eskisi gibi, ta ki herşey başa dönüp yine sinir krizi eşiğine gelene kadar. Aslında "sinir krizi"nden ziyade "nervous breakdown" sözcüğü bana daha etkili, daha anlamlı geliyor. Batı hayranlığı filan değil, sadece bu sözcük, içinde bulunulan durumu daha iyi anlatıyor diye düşünüyorum. "Breakdown" "kırılma, çöküş" gibi anlamlara sahip bir kelime -ki "kriz"den daha güçlü bir anlama sahip kanımca.

Zihinsel hastalıkların uzağında olmanız dileğiyle...

18 Mart 2010 Perşembe

7 Mart 2010 Pazar

"Fareler ve İnsanlar" Radyo Oyunu

En sonunda dinleyicisiyle buluştu Steinbeck'in "Fareler ve İnsanlar"ının radyo uyarlaması. Hikaye California'da geçtiği için oyunda Amerikan aksanı hakimdi. Britanyalı oyuncuların ağzından Amerikan aksanını duymak ise çok garipti benim için. Mesela, George Milton'u seslendiren David Tennant'ın İngiliz ve İskoç aksanlarını duyduktan sonra Amerikan aksanı biraz yapay geldi bana.Ya da ne bileyim, ağdalı Britanya aksanlarından sonra kelimeleri yuvarlaya yuvarlaya Amerikan aksanı konuşmasını garipsemişimdir belki.. Belki de hakkında hiçbir bilgimin olmadığı California aksanı böyledir. Neyse, oyunu bir kez daha dinleyeyim bakalım, belki bu sefer garip gelmez..

Oyunun kadrosuna gelince:

George ...... David Tennant
Lennie ...... Liam Brennan
Carlson/Crooks ...... Jude Akuwudike
Candy ...... Christopher Fairbank
Curley's Wife ...... Melody Grove
Slim ...... Neil McKinven
Curley's ...... Richard Madden

Dramatised by Donna Franceschild
Directed by Kirsty Williams.



Lafı uzatmayayım, oyunu 14 Mart 2010'a kadar BBC Radio 4'ün internet sitesinden online olarak dinleyebilirsiniz. Buradan buyrun:



Oyunu arşiv olarak saklamak isteyenler buraya:

5 Mart 2010 Cuma

O'na...

Ansızın bir rüzgar çıksa, saçlarını dağıtsa,
Çocuksu saçlarını..
Ben üşüsem...

Uzaklarda bir yerlerde, tanımadığın, bilmediğin,
Ama yüreğinde özlediğin o kadın ben olsam..
Başucunda özlediğin bir kadın adını seslense,
Özlediğin o kadın ben olsam..

Ansızın bir yağmur yağsa, birden ıslansam
Sımsıkı sarılsan bana,
Öylece kalsam..

Uzaklarda bir yerlerde, tanımadığın, bilmediğin,
Ama yüreğinde özlediğin o kadın ben olsam..
Başucunda özlediğin bir kadın adını seslense,
Özlediğin o kadın ben olsam...

3 Mart 2010 Çarşamba

#3

Haydi, Russell-Cotes Müzesi'ni Keşfetmeye!



...hem de oturduğunuz yerden! Evet, yanlış okumadınız, oturduğunuz yerden diyorum. Nasıl mı? İnternette son zamanlarda yaygınlaşmaya başlayan 360 derece keşif  sistemi sayesinde, artık yerinizden kalkmadan müzeleri, tarihi bölgeleri gezmek mümkün. Bu aralar tahminimce yeni yeni gelişmeye başlayan bu özellik belli başlı internet sitelerince kendini göstermeye başladı. Bunlardan bir tanesi de Bournemouth'daki Russell-Cotes Müzesi'nin sitesi.

Size Russell-Cotes Müzesi'nden kısaca bahsedeyim önce. Bournemouth East Cliff'te yer alan Russell-Cotes Müzesi (eski adyla East Cliff Hall), 1800'lü yılların ortasından 1900 lü yılların başına dek o dönemin Bournemouth belediye başkanı Sir Merton Russell-Cotes ve eşi Lady Annie Russell-Cotes'a ev sahipliği yapmış, gerek manzarası gerek John Frederick Fogerty tarafından dizayn edilen mimarisiyle harika bir bina. 1920 de Lady Russell-Cotes'un ve 1921'de sit Russell-Cotes'un ölümlerinden sonra bina müze olarak kullanılmaya başlamış. Viktoryan dönemin önemli zenginleri arasında moda olduğu üzere sık sık yurtdışına seyahate çıkan Russell-Cotes çifti, Sir Merton'un sanata karşı merakının da etkisiyle her gittikleri yerden sanat eserleri ve gittikleri bölgeye özgü eşyalar getirmişler. Böylece müzede sergilenen Russell-Cotes Sanat Kolleksiyonu ortaya çıkmış. Evin her odasının teması, hikayesi başka. Ama beni en çok etkileyen odalardan biri Mikado's Room. İçindeki eserler değil beni etkileyen; Sir Merton'un eşinin ölümünden sonra bu odayı eşinin hatırasına vakfetmiş olması. "Vay be, ne insanlar, ne aşklar varmış o dönemde. Şimdi öyle aşklar nerdee..." dedirtiyor insana.

Neyse, çok gevezelik ettim galiba. Russell-Cotes Müzesi'nin internet sitesi için buradan buyrun:



Bu da 360 derecelik keşif turu için tıkırdatmanız gereken link:



Buradan da evin odalarıyla ilgili bilgileri edineceğiniz link:



Haydi bakalım, iyi gezmeler!!   Bu arada, şemsiyenizi yanınıza almayı unutmayın sakın!  Malum, İngiltere havası işte, ne olacağı belli olmaz; benden söylemesi..   :)

2 Mart 2010 Salı

"Fareler ve İnsanlar" Radyo Oyunu 7 Mart'ta Dinleyiciyle Buluşuyor!

Sizlere söz verdiğim üzere "Fareler ve İnsanlar''ın radyo oyunu uyarlamasıyla ilgili edindiğim son gelişmeyi aktarıyorum: Bu oyunu dinlemek istiyorsanız 7 Mart Pazar günü Türkiye saatiyle saat 17:00-18:00 arası kimseye söz vermeyin. Oturun evinizde, alın çayınızı kahvenizi, uzatın ayaklarınızı, açın bilgisayarınızı, tıklayın BBC Radio 4'ün internet sitesini, bir yandan çayınızı kahvenizi yudumlayıp bir yandan da Steinbeck'in bu şaheserini işitsel olarak özümseyin. Bir yandan günlük kültür kotanızı doldururken bir yandan da İngilizce "listening" alıştırması yaparsınız, fena mı? :)

Şimdiden iyi dinlemeler!

21 Şubat 2010 Pazar

#2

Öğüt nedir? Zamanında taze yenmemiş bir ekmeği başkasına bayat yedirme çabasıdır.  (Özdemir ASAF)

Bir büyükelçinin anılarından: Murder In Samarkand


İnsan haklarını savunmak kahramanlık mıdır? İşte bu soruya yanıt arıyor Murder in Samarkand. Öncelikle kahramanımızı tanıtayım sizlere: Craig Murray. 2002-2004 yılları arasında Semerkant,Özbekistan'da Birleşik Krallık Büyükelçiliğini yapmış bir politikacı olan Craig Murray, görev yaptığı bu kısacık sürede bulunduğu ortamda insan hakları konusunda bulunduğu ortamda sıradışı olarak adlandırılabilecek girişimlerde bulunur ve bu girişimleri zamanın devlet başkanı İslam Kerimov'a kafa tutmaya kadar varınca başı oldukça ağrır.  Ayrıca Bu arada, uğruna eşi ve iki çocuğundan vazgeçeceği, asıl mesleği İngilizce öğretmenliği olmasına rağmen bir gece klübünde dansçı olarak çalışan Nadira ile tanışır(ve 2009 yılında evlenirler).

Özbekistan'da yaşadığı bu çalkantılı dönemi "Murder in Samarkand" adlı kitabında dile getiren Murray'in bu eserinin beyazperde uyarlaması şu sıralar çekim aşamasında. Kitabın bir de David Hare'in senaristliği ve Clive Brill'in yönetiminde gerçekleşen bir radyo oyunu versiyonu da mevcut. 20 Şubat 2010'da BBC Radio 4'te dinleyiciyle buluşan bu yapımla ilgilenirseniz, "Aaa, tüh, bak kaçırmışız radyo oyununu" diye düşünmeyin. 27 Şubat'a kadar BBC Radio 4'ün internet sitesinden online olarak bu oyunu dinleyebilirsiniz.

İlgilenenler buradan buyursun:

Bu yazıyı 27 Şubat'tan sonra okuyup ilgilenenler, veya bu oyunu beğenip arşivinde saklamak isteyenler burdan buyursun:
Download Murder in Samarkand
Keyifli dinlemeler..
 
PS: Ha, bu arada unutmadan söyleyeyim; ilerleyen zamanlarda Steinbeck'in "Fareler ve İnsanlar" adlı eseri de radyoya uyarlanacak, gelişmeler için beni takip edin!

11 Şubat 2010 Perşembe

İskoç ve Newcastle aksanlarına dair..


No offense ;)

Screw you Jimmy! But what if you're not speaking to Jimmy? They're all called Jimmy, it's the law :)

Kabul etmek ya da etmemek, işte bütün mesele bu..

Bazı sorular vardır ki, cevabı baştan beri bellidir aslında. Bir emrivaki gibidir bu sorular, soru gibi görünmesine karşın bir emir taşırlar bünyelerinde giziden gizliye. Asla hayır diyemeyeceğiniz, ya da hayır demeye cesaret edemeyeceğiniz bu sorulara yanıt vermemek için susmayı, duymamış gibi yapmanız hiçbir işe yaramaz, çünkü bu soru(!) defalarca sorulur size, ta ki istenen -ya da verilmesi gereken- cevap verilinceye dek. Bazen de karşınızdaki kişi sizin büyük ihtimalle olumsuz yanıt vereceğinizi tahmin ettiği ya da bildiği halde bile bile sorar bu soruları. Resmen bir psikolojik baskıdır bu sorular, sizi gizli bir sinirle kıvrandırır içten içe. Belli etmeseniz de soruyu soran kişiye, yapılması istenen şeye lanetler yağdırırsınız içinizden; bağırıp çağırmak, kaçıp gitmek istersiniz bir anda. Ama dedim ya, asla ve asla kaçamazsınız bu soruyu cevaplamaktan. Ya herşeyi göze alıp mertçe "hayır, yapamam" demeniz ya da söyleneni kuzu kuzu yapmanız gerekir. Ama iki durumda da sinirlerinizin bozulması kaçınılmazdır. Birinci durumda karşınızdaki kişiyle aranızın bozulması kuvvetle muhtemeldir, karşınızdaki kişi ya kırılır, ya da kavga edersiniz. İkinci durum ise birinci durumla aynı sinir bozuculuktadır, fakat bu sefer istemediğiniz bir şeyi yapmanın ve insanlara hayır diyememenin sinir bozuculuğu esir alır sizi. Kendinizi yumuşakbaşlı, hatta korkak olmakla suçlarsınız.

İnsanları böyle zor duruma sokan bu tip sorulardan(!) ve bu tip soruları(!) soran insanlardan nefret ediyorum, insanı yaşamaktan soğutuyorlar resmen.. Ama ne yazık ki bu tip insanlar ve sorular(!) da gerçek hayatın bir parçasını oluşturuyor. "Alışmak lazım" demek istiyorum ama maalesef alışılamıyor bu tip durumlara. En iyisi "ya sabır demek" galiba.

İşte şu anda da dediğim gibi: Ya sabır!!!

26 Ocak 2010 Salı

Ahmet San'dan geliyor: Olllmaddı!



Bilenler bilir, göz makyajında gölge özürlü bir insanım. Gerçi pek uğraşmadım bu konuda ama yine de yaptığım denemeler hüsranla sonuçlanınca ben de "gözünü seveyim sadeliğin ve tek renkliliğin" diye höykürerek gölge yaratma çabalarıma son vermiştim. Bir süredir şu gölgeli mölgeli, hazır yapılmış göz makyajı şeklindeki far sticker'larından -ya da adı her neyse onlardan- haberdardım, hatta "bir denesem mi ki?" şeklinde tilki kuyrukları kafamda dört dönmekteydi. Taa kiii teyzemin Avon'un o zamazingolarından almış olduğunu farkedene kadar. "Heyooo, bir tanesini alıp evde deniciim teyzoş" deyip hemen bir çiftini aldım. Bugün banyoda tek başıma denememin sonucunu söylüyorum: Gene hüsran!!  Gerçi kullanma kılavuzuna filan bakmadım öyle, lök diye gözümün üstüne koyup azıcık parmaklarımla ovaladım üstten. Tam yerleştiremedim mi, yoksa iyi ovalayamadım mı nedir, göz kapağımda pek bir şey çıkmadı. Göz kapağımdan kaşlarıma kadar olan kısımsa -tam bir mavi panda görüntüsü!  Gözün yan taraflarında komik bir kavisle sona eren açık mavi bir far, göz kapaklarımdan kaşlarıma kadar olan bölgeyi kaplamış durumda, göz kapakları ise koyu mavi olması gerekirken neredeyse renksiz bir şekilde!  Parmaklarımla iyice dağıttım o açık mavi farı gözümün her yerine, sonra da yıkadım. Meğer o far zamazingosunu göze doğru düzgün uygulamayı başardıktan sonra -ki bu kısım bana biraz imkansız geldi, hele de tek elle, belki iki kişi olunursa bir sonuç alınabilir- parmakla hafifçe dağıtmak lazımmış. Bunun için kendime ve o far zamazingosuna bir şans daha veriyor ve hevesimi bir sonraki sefere saklıyorum. Haydi hayırlısı!

#1










Buldum!! Buldum!!!


Daha Çanakale yollarındayken walkman'da dinlerdim Mikis Theodorakis'i. Ezgileri o 6 saatlik uzun yolu şenlendirirdi, hele ki Gelibolu yolunda deniz kenarından geçerken keyfim iyice gelirdi yerine. Bir de bir kadın vardı adını bilmediğim; kadife sesli..Walkmandeki kasetten ulaşan bir ses.. Bir ses ki, o güzelim Yunan ezgilerine güzelik katan, insanın içine işleyen.. Sahibini bilmediğim bu sese hayrandım, görmeden sevmiştim bu sesin sahibini. Zaten bir insanı sevmek için illa da onunla tanışmak, onu tanımak gerekmez bence. Bir bakış, bir gülüş, bir ses, hatta bir soluk bile sevmenizi sağlar bir insanı. Neyse.. Aradan yıllar geçti, walkman'im ve o kaset nerededir bilemiyorum şu an; ama o yolların ve yollarda dinlediğim o şarkıların tadı damağımda kalmıştı. Pazar gecesi birdenbire canım Yunan şarkıları dinlemek istedi, hemen bilgisayarımdan arama yapıp birkaç şarkı buldum.  "To Mesimeri" adlı şarkıyı bir dinleyeyim dedim. Aman Tanrım! O ses! Şarkıcı olarak Mikis Theodorakis'in adı görünüyor ama şarkıyı söyleyen Theodorakis değil, o kadın!   Hemen detaylı bir araştırma yaptım ve sonunda o sesin sahibini ve yüzünü buldum! Maria Farantouri'ymiş meğer o gizemli sesin sahibi. 28 Kasım 1947 Atina doğumlu sanatçı, Mikis Theodorakis'in gözde yorumcularından biri. Türk-Yunan dostluğunu destekleyen konserler  çerçevesinde Zülfü Livaneli'yle yapmış olduğu düetler ve hata çıkardı albümler mevcut. Farantouri'den dinlediğim şarkıların birkaç tanesini youtube'dan bulabildim ancak, Limewire ve ares'ten hiçbir sonuç çıkmadı maalesef.. Neyse canım, youtube da bir şeydir... İşte size bu muhteşem sesten ve Mikis Theodorakis'in yönettiği o muhteşem orkestradan iki örnek:


21 Ocak 2010 Perşembe

National Television Awards 2009 Winners and Nominations




Serial Drama Performance:
Lacey Turner (EastEnders)
Katherine Kelly (Coronation Street),
Simon Gregson (Coronation Street),
Gray O'Brien (Coronation Street)

Drama Performance:
David Tennant (Doctor Who)
Philip Glenister (Ashes to Ashes),
David Jason (A Touch Of Frost),
David Threlfall (Shameless)

Drama:
Doctor Who (BBC)
The Bill (ITV),
Shameless (Channel 4),
Casualty (BBC)

Serial Drama:
Coronation Street (ITV)
EastEnders (BBC),
Emmerdale (ITV),
Hollyoaks (Channel 4)

Star Travel Documentary:
Stephen Fry: In America
Billy Connelly: Journey To The Edge Of The World,
Joanna Lumley: In the Land Of The Northern Lights,
Piers Morgan: On Dubai

Most Popular Entertainment Programme:
Ant & Dec's Saturday Night Takeaway (ITV)
The Paul O'Grady Show (Channel 4),
I'm a Celebrity... Get Me Out of Here! (ITV),
Big Brother (Channel 4)

Most Popular Entertainment Presenter:
Ant & Dec
Holly Willoughby,
Michael McIntyre,
Paul O'Grady

Most Popular Talent Show:
The X Factor (ITV)
Strictly Come Dancing (BBC),
Dancing On Ice (ITV),
Britain's Got Talent (ITV)

Most Popular Comedy Programme:
Gavin & Stacey (BBC)
Benidorm(ITV),
The Inbetweeners (Channel 4),
Harry Hill's TV Burp (ITV)

Most Popular Factual Programme:
Loose Women (ITV)
Top Gear (BBC),
The Apprentice (BBC),
Come Dine With Me (Channel 4)

Most Popular Newcomer:
Craig Gazey (Coronation Street)
Neil McDermott (EastEnders),
James Sutton (Emmerdale),
Bronagh Waugh (Hollyoaks)

Special Recognition Award:
 Stephen Fry

4 Ocak 2010 Pazartesi

...


İstersen kilometrelerce, millerce uzağa git, herşeyden, herkesten kaç... Fakat kaçabilir misin kendinden? Kaçabilir misin yüreğindeki ağırlıktan? Nereye gidersen git, yüreğin de, yüreğindeki ağırlık da, aklındaki karışıklık da izleyecek seni bir gölge gibi.. Şimdiye kadar hiç kendinden kaçabildiğin oldu mu? Hayır. Kendinden kaçamadın, kaçamazsın ve kaçamayacaksın. Ne kalabalıklar arasına karışmak, ne de kendini bir başına odalara kilitlemek kurtaracak seni kendinden.. Eğer derdinin çaresi varsa ne ala; bir şekilde o çareyi bulup kurtulacaksın, atacaksın üstündeki yükü. Ama ya çaresi yoksa, ya da çaresi imkansızdan bir adım öncesiyse? O zaman ne olacak? O zaman yanmaya mahkumsun işte.. Faydası olmasa da isyan etmeye, kurtulmak için çırpınmaya hazırla kendini; ama dedim ya, faydası olmayacak bunların.. Bir yandan içinde bulunduğun durumun basitliğine ve daha da önemlisi saçmalığına güleceksin içten içe, aptalca bulacaksın; ama diğer yandan da kurtulması çok çok zor olacak.. Biliyorsun böyle bir şeyi daha önce de yaşadın, fakat bu çok daha farklı geliyor değil mi? Çok daha farklı hissediyorsun bu sefer.. Biliyorsun aslında neler olacağını, ya da tahmin ediyorsun iyi kötü; ama gene de kendine engel olamıyorsun.. Bunun bir gün bir şekilde biteceğini biliyorsun -ya da umuyorsun- ama gene de bastıramıyorsun içindeki isyanı.. Bu seferki isyan çok daha farklı çünkü, içinde bulunduğun duruma lanet ediyorsun, kaderine küstün gene.. Çevrene de, kendine de küstün, farkında değil misin sanki? Hem de çok farkındasın her zamanki gibi.. Kendine olan kızgınlığın, küskünlüğün sırf bu olay yüzünden de değil, bunun da farkındasın. Başka şeyler de var her zamanki gibi.. Belki biraz da -ya da fazlaca- anlamsızca çekincelerin, korkuların, kararsızlıkların -hatta üşengeçliklerin- yüzünden de bu haldesin şimdi... İçinden deliler gibi ağlamak, isyan etmek, bağırmak geliyor ama senden başka kimse bilmediği için, kimselere anlatamayacağın için susmak zorundasın; bastırmak, tıkamak zorundasın bunları.. İçindeki dinmeyen kasırgalara rağmen dışarıdan sütlimanmış gibi görünmek zorundasın.. Kendini dizginlemek için lavanta kolonyalarına, bitkisel sakinleştiricilere saldıracaksın gene çevrene belli etmeden.. Başka çaren yok çünkü.. Etttiğin dualar sana bile temiz kalpli, masumane gelmese de, devam edeceksin o dualara. Çünkü biliyorsun ki eğer o dualar bir şekilde kabul olursa bir parça yatışabileceksin. Bu dualar yüzünden kendini suçlu hissediyorsun, günahkar gibi hissediyorsun ama bu seferki isyanın çok daha farklı bir sebepten kaynaklandığı için bir parça haklı görüyorsun kendini sanki.. Yorgunsun, hem de çok... Bir buçuk günde kendini bin yaş yaşlanmış gibi hissediyorsun gene.. Başındaki ağrı dün akşamdan beri dinmedi değil mi? Dinmeyecek tabii.. Ruhun iyileşmeden bedenin de iyileşemeyecek çünkü... Sebebi çok basit ve çocukça olsa da kendini o kadar yaralanmış, o kadar hüzünlü hissediyorsun ki, kimselerle konuşmak istemiyorsun.. Belki de konuşmak istiyorsun ama konuşurken birden ağlamaya başlamaktan korkuyorsun, kimbilir? Bu gözyaşlarının seni iyileştirecek yerde daha da yaralamasından, umutsuzluğunu arttırmasından korkuyorsundur belki de? Bazı şeyleri kendine bile olsa itiraf etmek çok zor, değil mi?

Umuyorum ki bir gün iyileşeceksin. Tıpkı ankaların ölürken yandığı gibi, sen de yanma günlerini yaşıyorsun bugünlerde; fakat bir gün gelecek, bir anka gibi küllerinden doğacaksın yine... Yine güleceksin eskisi gibi, hatta şimdi imkansız gibi gelse de bu haline bile güleceksin belki de.. Yalnızca sabretmen gerekli içindeki yangın dinene kadar. her zaman yaptığın gibi kendine sarıl, başka yapabileceğin bir şey yok çünkü.. Sana kızsam da, küssem de seni seviyorum... Kendine iyi bak(maya çalış), ne olur...

Gloomy Sunday...

Sunday is gloomy
My hours are slumberless
Dearest the shadows
I live with are numberless
Little white flowers
Will never awaken you
Not where the black coach
Of sorrow has taken you
Angels have no thoughts
Of ever returning you
Would they be angry
If I thought of joining you?
Gloomy Sunday
Gloomy is Sunday
With shadows I spend it all
My heart and I
Have decided to end it all
Soon there'll be candles
And prayers that are said I know
But let them not weep
Let them know that I'm glad to go
Death is no dream
For in death I'm caressing you
With the last breath of my soul
I'll be blessing you
Gloomy Sunday
Dreaming, I was only dreaming
I wake and I find you asleep
In the deep of my heart here
Darling I hope
That my dream never haunted you
My heart is telling you
How much I wanted you
Gloomy Sunday...

Kulaklara ve Gönüllere Çekilen Doyulmaz Ziyafet: 26. Uluslararası Ankara Müzik Festivali


Şu anda TRT 2'de yayınlanan 26. Uluslararası Ankara Müzik Festivali'ni izliyoruz maaile. Gerek orkestranın zenginliği, gerek solistlerin ses kalitesi açısından kulaklarımızın pası silinirken, seslendirilen nostaljik parçalarla da gönlümüz okşanıyor adeta..