23 Aralık 2009 Çarşamba

Okumak istiyorumm!


What?!!



R.I.P.



Az önce ekşisözlükte okumam ve Haber Türk'te altyazı olarak geçmesi üzerine tiyatro duayenlerimizden Cüneyt Gökçer'in vefatını öğrenmiş bulunuyorum. Nurlar içinde yat büyük usta...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Yeni gözdem :)





Efenim, favorilerime yeni biri daha eklendi: David Tennant. Hani şu Harry Potter'ın Barty Crouch Jr.'ı ve Doctor Who'nun "The Doctor"u. Ne hikmetse beğendiğim aktörlerin neredeyse tamamı Britanyalı. Sanırım benim Britanya erkeklerine karşı büyük bir zaafım var, tıpkı Cansu'nun Fransız erkeklerine zaafı olduğu gibi :)

1971 İskoçya doğumlu David Tennant, daha küçük bir çocukken Doctor Who'da rol oynamanın hayalini kurarmış hep, bu hayali onu oyunculuğa yöneltmiş. Ve bu hayali 2005 yılında Doctor Who dizisinin başrol oyuncusu Christopher Eccleston'un diziden ayrılması ve kendisinin başrol oyunculuğuna getirilmesiyle gerçeğe dönüvermiş. Ne denir ki? Darısı benim başıma... Umarım benim hayallerim de böyle gerçek olur bir gün... :)

3 Aralık 2009 Perşembe

İlham kuşlarııımmmm geri dönüüüünnnn!!!


Bu aralar ilham kuşlarım gene kaçtı, hükümsüzdürler. Bulanların insaniyet namına haber vermeleri rica olunur!   :)

1 Aralık 2009 Salı

CNBC-e'de Merlin şöleni


Her Pazar akşamı CNBC-e'de yayınlanan "Merlin"i önceleri ne zaman denk gelsem o zaman izlerdim, fakat bugün bayram tatili dolayısıyla şimdiye kadar yayınlanmış tüm bölümleri CNBC-e de verilince hadi bakalım, yapacak başka bir işim olmadığına göre oturup izleyeyim dedim. Sonuç: Merlin tutkunları arasına katılmış bulunmaktayım. Vatana millete hayırlı uğurlu olsun.

22 Kasım 2009 Pazar

Only For Silvia...



Today is my sweet Silvia's birthday!! I feel so lucky that I met her ten months ago and I send her my all best wishes on her birthday for her whole life via my blog.. :)  

Feliz cumpleaños mi cariño..Te quiero soooo much mi amiga!  :)) 

18 Kasım 2009 Çarşamba

Bu Uzaylı Başka Uzaylı..




Dünyalı-uzaylı kavramının değişik bir bakış açısıyla ve animasyon tekniğinden yaralanılarak beyazperderdeye yansıtılan "Planet 51" filmi 20 Kasım'da yurtdışında vizyona girerken ülkemizde bir aylık bir gecikmeyle 25 Aralık'ta gösterime girecek.

Filmin konusuna gelince, aynen aktarıyorum:

Buradan çok çok uzaklarda, hayatın basit, çocukların mutlu ve herşeyin memnun olduğu bir yer vardı...Ama garip bir şey 51. Gezegene gelmekteydi...
1950'lerin yaşamında takılıp kalmış bir gezegen, aniden ortaya çıkan NASA astronotu Chuck Baker sayesinde altüst olur.

...Ve daha neler neler olur, bunları 25 Aralık'tan itibaren göreceğiz bakalım.. Filmi seslendirenler arasında Dwayne "The Rock" Johnson, Jessica Biel, Sean William Scott, John Cleese ve -tabii ki de şaşırmayacağınız üzere- Gary Oldman gibi ünlü isimler var.

Filmin resmi web sitesi için:
http://www.planet51.com/

Filmin perde arkası görüntüleri için:
http://www.youtube.com/watch?v=aGTRlS1lh-A
http://www.youtube.com/watch?v=Ge65YDWFCqc

9 Kasım 2009 Pazartesi

"Yaprak Ciğer" ve Denince Akla Gelen İlk Adres: Rumeli Sofrası


Geçtiğimiz Cuma günü,  teyzemin "haydi size bir yemek ısmarlayayım" teklifini kırmamamız üzerine anneannem ve büyükbabam da dahil olmak üzere dördümüz arabaya atlayıp Rumeli Sofrası'na gittik. Geçen sefer olduğu gibi -bu ikinci gidişimizdi- çok sıcak bir şekilde karşılandık. Restoranda masamıza kurulduktan sonra siparişlerimizi verdik: Aile büyükleri meşhur Edirne yaprak ciğerini ısmarlarken, ben tıpkı geçen seferki gibi satır et ısmarladım. Yemeğimiz hazır olurken ekmeklerimiz ve küçük bir tabak içinde minik acı biber turşuları, poy(özel bir çeşit baharat karışımı) ve salça sosumuz geldi ve ben geçen seferki gibi salça sosuna resmen balıklama atladım. Tahminimce salçanın içine poy ve azıcık yağ katılarak yapılıyor bu sos, fakat inanılmaz lezzetli; hele ki büyük bir açlıkla sipariş verdiğiniz yemeği bekliyorsanız, daha da lezzetli geliyor size. İkramda eli bol davranan restoran çalışanları, sos bittiği anda hemen tazeliyorlar ve siz bu doyumsuz lezzete non-stop devam ediyorsunuz.

Veee- o mutlu an! Yemeklerimiz geldi! Bu sefer, satır etimin sunumu daha süslüydü, bir de sosunu çok sevdiğimi bilen cici restoran çalışanları tabağımın dört bir yanına o nefis sostan kondurmuşlar. Satır etimi yedim yemesine, bir de tabii ki sevgili aile büyüklerimin yaprak ciğeri onlara fazla gelmesin diye(!) onlara da ciğerlerini bitirmelerinde yardımcı oldum :)   Sonuç: Karnı satır et ve yaprak ciğerle tıkabasa doymuş mutlu bir insan... :)

Satır etin ne olduğuna gelince.. Bir parça et satırlar yardımıyla incecik kıyılıyor, kıyılan bu et büyük bir köfte halibne getirilip pişiriliyor. Yanında çeşitli garnitürlerle servis edilip midenizde bir karnaval oluşturmak üzere önünüze konuyor.

Yaprak ciğerin yapımı daha bir değişik: bütün halde dondurulan ciğer, dondurucudan çıkar çıkmaz kocaman bir bıçak yardımıyla incecik incecik dilimleniyor ve bu dilimler hiç bekletmeden kızgın yağa atılıp kızartılıyor. Ve sonra sıra geliyor Edirne yaprak ciğerinin yanında servis edilen kızarmış bibere.. Bildiğiniz biber kızartması değil bu; şöyle ki: Yazdan kurutulup hazır edilen kırmızı acı biberler -bu kurutulmuş biberleri restoran duvarında her daim kızartılmaya hazır şekilde görebilirsiniz- kızgın yağda kızartılıyor ve hemen kızarmış ciğerin yanında servis ediliyor. O kuru biberin kıtırlığı kızartılınca daha da artıyor ve yaprak ciğerin olmazsa olmazı haline geliyor. E tabii bu biberi yerken yanında ekmek tüketmek zorunda kalıyorsunuz, çünkü bu biberler kırmızılığının yanında acılığıyla da ünlü. Ama ağzınız ne kadar yanarsa yansın, bu biberler gerçekten yenmeye -ve yanmaya- değer.

Restoran sahipleri Edirneli oldukları için, yaprak ciğer işini iyi biliyorlar, hem de üstlerinde Trakya insanının ilgisi ve sıcakkanlılığı da var. Siz yemek yerken resmen bir şey eksik olmasın diye gözünüzün içine bakıyorlar, siz istediğiniz takdirde tatlı sohbetlerini de eksik etmiyorlar.

Şimdi diyeceksiniz ki, bu kadar anlattın ama, nerde bu restoran? Taksim, Bakırköy ya da Kadıköy gibi bilindik ve merkezi bir yerde değil; Bayrampaşa'nın Yıldırım Mahallesi'nde cadde üzerinde bir restoran burası. Öyle iddialı bir restoran değil, ama temizliği ve çalışanlarının ilgisi açısından oldukça iyi bir puanı hakediyor bence. Evlere sipariş hizmeti de veren bu restoranın adresini ve telefon numarasını aşağıda bulabilirsiniz:


RUMELİ SOFRASI

Adres: Yıldırım Mah. Ali Fuat Başgil Cad. No: 52 Bayrampaşa-İSTANBUL

Tel: (212) 609 18 88

Afiyet olsun.. :)

8 Kasım 2009 Pazar

Cemal Süreya'dan...



Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni

Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini

Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli

Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki

Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği

Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki

Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini

Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri

Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi...

Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki

Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki

İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri...

Cemal SÜREYA

7 Kasım 2009 Cumartesi

Haydi, Herkes Airport AVM'ye!!!



...Ama sadece bir ay boyunca ve sadece haftasonları! Turkcell-HP ortaklığında gerçekleşen bir kampanya dahilinde satılan dizüstü bilgisayarların satış temsilcisi olarak, gelecek haftadan itibaren sadece bir aylığına Airport AVM'de olacağım. Hepinizi bekliyorum; hem sizin de dizüstü bilgisayarlarınızı yenileme zamanı gelmişti de geçiyordu bile, değil mi?   :)

4 Kasım 2009 Çarşamba

Simon'un Hınzır Kedisi


İngiliz çizer Simon Tofield'in yarattığı kedicik, hınızırlıklarıyla ve sürekli aç olan karnının doyurmak için yaptıklarıyla büyük bir hayran kitlesi oluşturmaya devam ediyor. Hınzırlıkları kötü niyetli değil aslında; ne yapıyorsa sadece sahibinin kendisiyle ilgisini ve takdirini kazanmak için yapıyor, ama "fazla sevgiden maraz doğar" sözü gereği, yaptıkları sahibine zarar vermiyor değil. Tamam, sahibine çaktırmadan televizyonun kumandasını kapıp bir anda televizyonu kapatmak ve hiçbirşey olmamış gibi davranmak masum olabilir; fakat sahibi bir türlü uyanmayınca beysbol sopasıyla sahibinin kafasına vurmak, uzun çabaları sonucu yakaladığı sineği sahibinin ağzına atmak masumiyetin sınırlarının biraz(!) dışında kalıyor.

Simon Tofield, bir kedinin bakışlarını, hareketlerini, o arada bir duyulan bir anlık nefes alıp-verişini, birşey isterken değişen ses tonunu, saldırıya hazırlandığı ya da oyun ounarkenki hareketlerini mükemmel şekilde gözlemlemiş ve yine aynı mükemmeliyetle çizgilere dökmüş. Şimdiye kadar hiç kedim olmadı, fakat İngiltere'de geçirdiğim sekiz ayın altısını kedisi olan bir bayanın yanında geçirdim ve az çok tanıyorum kedileri ve davranışlarını, bu yüzden Simon Tofield'in çok iyi bir gözlemci olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

İlk olarak Facebook'da(tabii ki şaşırmadınız buna) rastladığım ve anında hayran olduğum Simon Tofield'in kediciğinin kısa animasyon filmleri olduğu gibi, bir kitabı da çıkmış yakın zamanda.


Bu kitap Türkiye'de çıktı mı bilmiyorum, ben kendimi kısa animasyon filmleriyle avutuyorum ve yeni animasyon filmlerini bekliyorum, hey Simon, can you hear me?   :)

İlgili web sitesi ve kediciğimizin videoları için buradan buyrun:

Disney'den Bir Noel Şarkısı...




Bir Noel Şarkısı (İng: A Christmas Carol in Prose, Being a Ghost Story of Christmas ya da daha yaygın kullanımıyla A Christmas Carol) Charles Dickens'ın yazıp John Leech'in resimlediği ve ilk kez 19 Aralık 1843'te yayımlanan kitaptır. Dickens bu kitabı için "Küçük Noel Kitabı" der. Yazarın beş Noel kitabından ilki olan hikaye ani bir başarı elde etti ve bir hafta içinde altı bin kopya sattı. Önceleri ekonomik sorunlar yaşayan Dickens'ın borç kapatmak için altı haftada yazdığı masal tüm zamanların en kalıcı ve en popüler Noel hikayelerinden biri oldu.

Wikipedia'dan yaptığımız bu yararlı alıntıdan sonra gelelim "Bir Noel İlahisi'nin" konusuna: Cimriliği, kalpsizliği, duyarsızlığı ve suratsızlığıyla  tanınan Ebenezer Scrooge'u Noel gecesi eski ortağı Jacob Marley'in hayaleti ziyaret eder ve onu o gece üç hayaletin ziyaret edeceğini söyler. Marley'in dediği gerçekleşir: Biri Geçmiş Zamanın, biri Şimdiki Zamanın ve biri de Gelecek Zamanın Hayaleti olmak üzere üç hayalet Scrooge'u ziyaret eder. Geçmişin ve Şimdiki Zamanın Hayaletleri Scrooge'a bir ayna misali kendisinin ne kadar nefret edilen, kendisiyle alay edilen biri olduğunu gösterirler; Scrooge'un gördükleri arasında cimriliği yüzünden açlığın ve sefaletin pençesinde ölmek üzere olan çocuklar, cimriliği ve kalpsizliği nedeniyle elinden kaçırdığı eski sevgilisi Belle ve cimriliğiyle alay eden,buna rağmen kendisine acıyıp sırf bu yüzden yalnız kalmasın diye kendisini Noel partisine davet eden yeğeni Fred de vardır. Bir siluet biçiminde karşımıza çıkan Geleceğin Hayaleti'nin gösterdikleri ise daha sarsıcıdır; Scrooge'a bu davranışlarına devam ettiği takdirde nasıl tek başına yaşayıp bir köşede öleceğini gösterir. Geçirdiği bu sarsıcı geceden itibaren Scrooge değişmeye karar verir; kalbini kırdıkları insanların gönlünü almaya başlar, bir şirinlik muskası olup çıkıverir. Ve.. MUTLU SON...



Geçtiğimiz yıllarda defalarca televizyona ve beyazperdeye uyarlanan "A Christmas Carol", bir kez daha, bu sefer diğerlerinden farklı olarak üç boyutlu animasyon formatında ve Robert Zemeckis yönetiminde karşımıza çıkıyor. Başta Jim Carrey olmak üzere Gary Oldman, Colin Firth, Robin Wright, Bob Hoskins ve Fionnula Flannagan gibi dev isimleri bünyesinde buluşturan zengin  ve kaliteli bir oyuncu kadrosuna sahip olan ve "motion capture" tekniğinden yararlanılarak oluşturulan yapımda en büyük yük Jim Carrey'nin omuzlarında diyebiliriz. Filmde dört karaktere hayat veren Carrey, -şimdilik fragmanlardan ve tanıtım videolarından anladığım kadarıyla- bu büyük sorumluluğun altından alnının akıyla çıkmışa benziyor. Gerçi bunu diğer oyuncular için de söylemek mümkün; hepsi seslerinin ve "motion capture" tekniğinin hakkını vermiş gibiler.

Bu arada dikkatimi çeken bir noktayı söylemeden geçemeyeceğim: Tesadüf müdür, yoksa cast sorumlusunun hinliği midir bilinmez, Scrooge'un katipliğini yapan Bob Cratchit'i canlandıran Gary Oldman'ın ilk eşi Lesley Manville, filmde Mrs. Cratchit olarak karşımıza çıkacak.

Filmin temasının ve konusunun Noel olmasına rağmen, gösterim tarihinin neden Kasım'da olduğu ise benim için bir merak konusu. Yurtdışında 6 Kasım'da, ülkemizde ise 20 Kasım'da izleyicisiyle buluşacak.

Disney yapımcılığında izleyiciyle buluşan filmin yapımcılığını ve yönetmenliğini daha önce yine "motion capture" tekniği kullanılarak çekilen Polar Express'in de yapımcılığını ve yönetmenliğini yapmış olan Robert Zemeckis üstlenirken, soundtrack görevini ise daha önce Van Helsing, Polar Express, Beowulf ve Night at The Museum gibi birçok tanınmış yapımın müzikleriyle tanıdığımız Alan Silvestri üstleniyor.

Daha önce de belirttiğim gibi yurtdışında 6 Kasım'da gösterime girecek olan filmin galası 3 Kasım'da yapıldı. Bu arada dikkatimi çeken bir diğer nokta ise, filmde Bob Cratchit, Jacob Marley ve Tiny Tim gibi filmin üç önemli karakterini başarıyla canlandıran Gary Oldman'ın bu galaya -ve daha önce yapılmış olan galalara- katılmamış olması. Bu konuda herhangi bir dedikodu duymamış olmama rağmen bunun nedenini oldukça merak etmekteyim  açıkçası.

Filmin ülkemizdeki gösterim tarihi olan 20 Kasım'ı sabırsızlıkla bekliyorum, bu arada filmin tanıtım videolarıyla ve sahne arkası görüntüleriyle kendimi oyalamaya çalışıyorum. Bu arada Scrooge'un sıkça kullandığı kelime Jim Carrey'nin telaffuz ve tonlamasıyla dilime pelesenk olmuş durumda: Humbug!

Filmin resmi web sitesi için:
Bu da sahne arkası görüntülerini ve oyuncu yorumlarını içeren video:

Şimdiden iyi seyirler!

2 Kasım 2009 Pazartesi

One of my favorites..



LULLABY

O for a voice like thunder, and a tongue
To drown the throat of war! - When the senses
Are shaken, and the soul is driven to madness,
Who can stand? When the souls of the oppressed
Fight in the troubled air that rages, who can stand?
When the whirlwind of fury comes from the
Throne of God, when the frowns of his countenance
Drive the nations together, who can stand?
When Sin claps his broad wings over the battle,
And sails rejoicing in the flood of Death;
When souls are torn to everlasting fire,
And fiends of Hell rejoice upon the slain,
O who can stand? O who hath caused this?
O who can answer at the throne of God?
The Kings and Nobles of the Land have done it!
Hear it not, Heaven, thy Ministers have done it!

William BLAKE

Çevirisi:

ah, gök gürültüsü gibi bir sesin hatırı için, ve savaşın
gırtlağını boğacak bir dilin hatırı için!
duygular sarsıldığı zaman, ve ruh çılgınlığa sürüldüğü zaman,
kim ayakta durabilir?
ezilmişlerin ruhları
kırıp geçiren dertli havada döğüşürken, kim ayakta durabilir?
 korkunç öfkenin hortumu geldiğinde
tanrının tahtından, çehresindeki kaş çatışları
milletleri bir araya getirirken, kim ayakta durabilir?
günah geniş kanatlarını harbin üzerinde çırparken,
ve yelkenler ölüm selini kutlarken;
ruhlar hiç bitmeyen ateşin içine yırtılırken,
ve cehennemin dostları katledilenlere sevinirken,
ah kim ayakta durabilir?
ah kim sebep verdi buna?
ah kim cevap verebilir tanrının tahtında?
kralları ve asilleri yeryüzünün, sizler yaptınız bunu!
işit ya da işitme, gökyüzü, senin elçilerin yaptılar bunu!

Şu anda canımın çektiği şeyler..






Bu ikinci resimdekinin tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama inanılmaz lezzetli geliyor gözüme şu anda, hele de o Jalapeno biberlerine baktıkça iştahım kabarıyor iyice. Yarın bir paket Doritos alıp üstün aşçılık yeteneklerime(!) ve tahminlerime dayanarak bunu bir denesem mi ki acaba?

Nestlé'den portatif mozaik pasta..


Nestlé, ürün yelpazesine Nestlé Bisküvili'yi eklediğinde aynı zamanda favori çikolatalarım arasına da yeni bir çikolata eklemiş oldu, ama kendisinin bu durumdan henüz haberi yok :)   Geçenlerde "bir deneyeyim" diye aldığım Nestlé Bisküvili'yi evde üç kişi zor paylaştık! Tıpkı reklamdaki gibi, resmen kapış kapış gitti çikolata, inanılır gibi değildi! Mozaik pastayı andıran tadıyla ailecek(!) gönlümüzde ve damağımızda taht kuran Nestlé Bisküvili'yi severek ve beğenerek(!) tüketmekteyiz efenim :)   Size de tavsiye ederim, deneyin, vazgeçemeyeceksiniz!

P.S. :Bu son cümlemden sonra Nestlé'den reklam ücreti istesem mi acaba?...   :))

Kızıl Günler...



İnsanların doğduğu ayla en sevdiği mevsim arasında bir doğru orantı olup olmadığından emin değilim ama sanırım en azından ben bu orantıya sahibim. Seviyorum doğduğum mevsimi... 

Sonbahar çocuğuyum ben, yani başlıkta belirtmiş olduğum gibi kızıl günlerin çocuğuyum. Her şeyiyle seviyorum sonbaharı; kızarıp dökülen yapraklarıyla, insanı ne terleten ne de donduran iklimiyle, usul usul yağan yağmuruyla bambaşka bir mevsimdir sonbahar... Hatta hep hayal ederim kızarıp dökülmüş yaprakların yerlerde yığınlar oluşturduğu, kızılımsı sarı yaprakların ağaçlardan bir yağmur misali insanın üstüne yağdığı bir ormanda yürümeyi, hatta mümkünse bu ormanda küçücük de olsa bir kulübemin olduğunu.. Yağlıboya tablolardaki gibi bir yaşam anlayacağınız.. Bir göl kıyısında, kızıl yapraklı bir ormanın içinde yaşamak... Düşüncesi bile insana huzur veriyor.

"Sonbahar, hüzün mevsimidir" derler. Ben sonbaharın hüznünü de seviyorum, bu belki de Yengeç yükselenli Terazi burcu olmamın  getirdiği duygusallıktan kaynaklanıyor. Melankoliyi, nostaljiyi seven biriyim. Evcimenim aynı zamanda, evden değil bir hafta -hatta daha fazla- çıkmasam gık demem. Başkalarının sevmediği yağmuru ben severim, ama tabii ki zarar vermeyen, seller yaratmayan cinsini. Hele bir de evdeysem -hele hele yalnızsam- ve yapacak bir şeyim yoksa değmeyin keyfime.. Güzel bir kitap veya film -ya da ortama uygun müzik-, bir kupa çay ve atıştıracak birşeyler olsun, havada da yağmur karanlığı olsun, benden mutlusu yoktur.

Sonbaharın havası kimseyi rahatsız etmez. Yukarıda da bahsetmiş olduğum gibi sonbahar havası insanı ne terletir, ne de titretir. Üstünüze bir hırka almanız yeterli olur.  Ayrıca börtü böcek açısından da yoksundur sonbahar, özellikle yazın  sivrisinekler insanı bezdirirken, sonbaharda bu mikrovampirler birdenbire ortadan kaybolur ve bir oh çektirir insana...

Şu günlerde yaşamakta olduğumuz kızıl günlerin tadını en güzel şekilde, layıkıyla çıkarmanız dileğiyle... Gökten üç kızıl sonbahar yaprağı düşmüş: Biri sizlerin, biri benim, biri de bu satırları sizinle paylaşmamı sağlayan blogun kaşifinin başına...


30 Ekim 2009 Cuma

Halloween geldi, hoş geldi...


Yılın -ülkemizde olmasa da-en beklenen günlerinden biri olan Cadılar Bayramı kapıda, "Trick or treat?" diye bağırıp kapıyı yumrukluyor. Her zamanki gibi giymiş ürkütücü kıyafetlerini; oyulmuş balkabaklarını, dekoratif iskeletlerini, yarasalarını, oraklarını donanmış, yapma örümcek ağlarını da bir şal gibi atmış üstüne.. "İşte geldim, tadını çıkarın" diyor. Eh, bize düşen de gerçekten de onun tadını çıkarmak. Ülkemizde veya ailemizde kutlanmasa da, hiç olmazsa kendi içimizde Cadılar Bayramı ruhunu yaşatmak... "Şu anda yurtdışında olmak vardı" diyorum son söz olarak...

Şimdiden kutlu olsun..

28 Ekim 2009 Çarşamba

Telefon Sapıklığında Ödemeli Arama Devri...



Evet, yanlış okumadınız. İnsanlar bu kadar adileşti.. Çok acil durumlarda kontör olmadığı takdirde kullanılması gereken ödemeli arama, telefon sapıkları tarafından kullanılmaya başlandı. Olay başıma geldiği için biliyorum. Hatta bu satırları yazarken bile sinirleniyorum gene..

Efendim, olayın başlangıcı dün geceye uzanıyor. Dün gece saat 00.30 sularında, yani münasebetsiz bir zamanda telefonum çaldı, telefona baktığımda ödemeli arama yapıldığını gördüm fakat açmadım, çünkü numara tanıdık gelmedi. Açmadım ama içim rahat etmedi. "Ya önemli bir aramaysa, ya arkadaşlarımdan biriyse.." diye içim içimi yedi. Telefon rehberimde kayıtlı olan numaraları tek tek araştırdım, fakat arayan numaranın rehberimde kayıtlı olmadığını gördüm. Daha sonra ilgili GSM operatörüne numara sorgulama mesajı attım, fakat gelen  cevapta numaranın tanımlanamadığı söyleniyordu. Arayan numaraya mesaj atayım bari dedim, öyle ya, ödemeli arama yaptı, mutlaka bana ulaşması gereken biridir herhalde diye düşündüm. Mesajda gayet nazik bir dille kim olduğunu sordum, fakat yanıt gelmedi. Ben de "arayan bir şekilde bana gene ulaşır" dedim içimden ve önemsemedim.

Ertesi sabah tam ben bu olayı unutmuştum ki, telefonum tekrar "ödemeli" olarak çaldı. Arayan numarayı geri aradım, oldukça boğuk, neredeyse anlaşılmaz bir bayan(?) sesiyle karşılaştım. Önce bir akrabamız sandım, kim olduğunu anlamaya çalıştım, kimi aradığını, kim olduğunu olanca kibarlığımla sordum, fakat gelen yanıtlar tatmin edici değildi. Bu arada o da benim kim olduğumu sordu filan. Ben hala bir akraba olması ihtimaliyle telefonu anneme verdim, "bak bakalım, adım *** diyor, belki akrabadır" dedim. Annemin de yaptığı konuşma sonucu gene bir şey elde edemedik ve telefon sapığı olduğuna kanaat kılıp telefonu kapattık. Bu arada olan benim kontörlerime oldu. Şu anda kanıma dokunan şey ne o kişinin söylediği şeyler -ki öyle sapıkça birşeyler söylediği de yoktu- ne de telefon sapıklığı. Benim asıl kanıma dokunan şey o kişinin büyük bir adilikle yaptığı ödemeli aramalar. Ve benim "belki bir tanıdıktır" diye o telefonu açıp konuşmam. Ve o kişiye yeterince haddini bildirememem. Bak, aklıma geldikçe köpürüyorum gene!...

Telefon sapıklığının da bir adabı vardı kendi içinde, ama o da bitmiş anlayacağınız. Ödemeli arama zaten sinirime dokunuyordu, şimdi iyice gözümden düştü. Ve o arayan kişiye de kendisiyle konuştuğumda harcadığım kontörlerin parasını hiçbir surette helal etmiyorum, dilerim o paranın misli misli fazlası ondan onun sinir olacağı bir şekilde çıkar! Paragöz bir insan değilim ama böyle adi insanlara harcayacak, helal edecek bir kuruşum yok!

Bundan böyle ne tanımadığım numaralardan gelen aramaları açarım, ne de ödemeli aramaları cevaplarım. Kimse kusura bakmasın, bana ulaşmak isteyen bir şekilde ulaşır.. NOKTA!

Abidin Dino'dan Mutluluğun Resmi...




Yorumsuz...

26 Ekim 2009 Pazartesi

Sevilir ki bu Fırat..




Facebook üyeliğinin bana kazandırdıklarından biri de Fırat. Hani şu Uykusuz dergisinde Uğur Gürsoy'un çizgileriyle hayat verdiği parmak çocuk tadındaki şirin karikatür karakteri. Parmak kadar boyu, ayaklarına büyük gelen terlikleri, kocaman yuvarlak kafası ve o kocaman kafaya oranla küçücük gözüken burnu ve ağzıyla gönüllere taht kuran Fırat'ın kullandığı jargon da insanların diline pelesenk oluyor günden güne. "Enee", "beslenir ki bu", "yeeek yeeeaaa", "bu bozukmuş meğersem", "en birinci ben oldum", "birincilik teli" "azından mı öpmüş?" bu jargonun en bilindik örneklerinden. Facebook'da birden fazla fan club sayfasına sahip olan Fırat'ın hayran sayısı gün geçtikçe artmaya devam ediyor.

Gary Oldman ve Tim Roth'dan Bir Hamlet Yorumu: Rosencrantz and Guildenstern Are Dead




Gary Oldman ve Tim Roth aynı filmde yer alırsa, hele de bu film ustaca işlenmiş bir mizah anlayışına sahip bir komedi filmi olursa ne olur? Tabii ki "tadından yenmez" :) Bu filmi birkaç yıl önce duymuştum, Youtube'dan filmle ilgili birkaç video izlemiş ve bu filmi mutlaka görmem gerektiğine karar vermiştim. İzleme fırsatına ancak birkaç ay önce nail oldum. Yer yer biraz sıkılsam da, ilk izlenimimin doğru olduğunu anladım, film gerçekten de ustaca bir mizah örgüsüne sahip; Gary Oldman, Tim Roth ve Richard Dreyfuss'un oyunculukları her zamanki gibi izleyenlere parmak ısırtıyor.

Kahramanlarımız Rosencrantz ve Guildenstern'in aralarında geçen diyaloglar insanı kimi zaman kahkahalara boğarken kimi zaman da düşünmeye itiyor. Kahramanlarımızın adlarını sürekli karıştırmaları ise ayrı bir alem. Bu karışıklık ise tahminimce kahramanlarımızın Hamlet piyesi içindeki olayların hem içinde hem de dışında olmasından kaynaklanıyor. Filmde en sevdiğim bölümler ise Gary Oldman'ın canlandırdığı, Rosencrantz(veya Guildenstern de olabilir, ben de tam anlayamadım)'ın kendi kendine yaptığı, fakat bir türlü Guildenstern'e gösteremediği -ya da anlatamadığı- keşifler. Eğer başarabilseydi Newton'un Yerçekimi Yasası'nın, Wright kardeşlerin uçağının, buhar gücüyle çalışan kazan-karıştırıcının, rüzgar gülünün mucidi olabilirdi, ama Guildenstern'e gösterme hevesiyle keşiflerinin üstünde oynaması ve Guildenstern'in keşiflerine dikkat etmeksizin bu keşifleri mahvetmesi sonucu eli böğründe kalıyor Rosencrantz'ımızın.

Filmde beğendiğim bir diğer şey ise filmde yeralan tiyatro oyununun oynanış şekli. Shakespeare dönemindeki tiyatroların nasıl oynandığını bilmiyorum, ama o dönemdeki tiyatro oyunlarında bayan karakterleri genç erkeklerin oynadığı gerçeği atlanılmamış. Filmdeki tiyatro oyununun sahnelerinin gerçekleştirilme biçimi de yaratıcı. Örneğin, Ophelia'nın kendini dereye atıp boğması sahnesinde dere dekoru olarak karşılıklı iki oyuncunun tutup dalgalandırdığı ince bir mavi tül kullanılmış. Başta Ophelia'nın ayak bileği seviyesinde olan su/tül, gittikçe yükseliyor ve bir süre sonra Ophelia'nın boyunu aşacak seviyeye geliyor. Bu sırada Ophelia çırpınmaktadır, bir süre sonra da dibe çöküyor. Böylece sevgili Ophelia'mızın boğulduğunu anlıyoruz. Belki bunlar küçük ayrıntılar,fakat benim için oldukça göz okşayıcı ve de zekice ayrıntılar.

Sözlerimi bu filmi henüz izlememiş olanlara hitaben noktalıyorum: Eğer bir Hamlet hayranıysanız ve güzel zaman geçirmek için bir eğlencelik arıyorsanız bu filmi kaçırmayın derim. İzlemek ya da izlememek, işte bütün mesele bu... :)

20 Ekim 2009 Salı

Gerçek Bir İngiliz Leydisi: Maggie Smith



"Harry Potter and the Sorcerer's Stone" filminde görüp tanıdığım, daha sonra da CNBC-e'de izlediğim "California Suite" ile gönlümdeki yerini pekiştiren ve vazgeçilmezlerim arasında yerini alan Margaret Natalie Smith, 28 Aralık 1934 Essex, İngiltere doğumlu. Oxford Playhouse Theate'da öğrenim gördü. 1956'da ilk filmini yaptı. 1969'da "The Prime of Miss Jean Brodie" ile Oscar ödülünü aldı. Aynı zamanda "California Suite''deki rolüyle de 1979'da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü aldı. 1970'de Commander of British Empire oldu ve 1990'da Dame Commander'a yükseldi. 1967'de aktör Robert Stephens'le evlenen Smith, 7 yıl süren evliliğini 1974'te bitirdi. Bu 7 yıllık evliliği süresince Chris ve Toby adında iki oğlu oldu -ki biz bu iki oğlunu da çeşitli Hollywood yapımlarında izliyoruz, üstteki resimde de fotoğraflarını görebilirsiniz. Robert Stephens'dan boşanmasından 1 yıl sonra aktör ve oyun yazarı Beverley Cross'la evlendi, fakat bu evlilik 1998'de Cross'un ölümüyle son buldu. 6 kez Oscar'a aday gösterilen ve bu adaylıkların 2'sinden Oscar'la evine dönen Smith, Oscar haricinde Altın Küre ve Emmy başta olmak üzere birçok ödülün sahibi. Şu anda 75 yaşında olmasına rağmen bir genç kız kadar dimdik ve dinç olan usta oyuncuyu daha uzun uzun yıllar beyazperdede ve sahnelerde görmek umuduyla... 

Evet, itiraf ediyorum: "BEN BİR ÇİKOLATAKOLİĞİM!!!"

Dünyanın belki de en masum, en keyifli bağımlılığıdır çikolata bağımlılığı.. Ne sigara, alkol ve uyuşturucu gibi süründürüp öldürür, ne de toplum sizi bu bağımlılığınızdan dolayı dışlar. Bu bağımlılığın tek negatif yönü kilo almanıza neden olmasıdır; ama buna rağmen az önce saydığım bağımlılıklardan farklı olarak bu bağımlılığın fiziksel ve ruhsal faydaları da var, mesela çikolata yemek "seratonin" olarak adlandırılan mutluluk hormonunun salgılanmasını sağlıyor.

Hem, kim sevmez ki çikolatayı? O güzel kokusu, yumuşacık lezzeti, çeşidine göre içerdiği fındığı-fıstığı, likörü, bademi, çileği, karameli... İsviçrelisi, Almanı, Belçikalısı...Şu anda bu satırları yazarken bile ağzım sulanıyor...

Fazla söze hacet yok aslında... Uzun lafın kısası: SENİ SEVİYORUM ÇİKOLATA!!!



14 Ekim 2009 Çarşamba

Heyoooo!!! Sanırım yazı yazma hevesim geri geliyor!!!

Dünden beri yazı yazmaya, beynimin kıvrımlarından birşeyler üretip paylaşmaya olan hevesim geri gelmeye başlamış gibi hissediyorum, haydi hayırlısı.. Bu arada, bir önceki yazımda Jack Vettriano'dan bahsetmiştim, belli aralıklarla bloguma "Günün Vettriano'su" gibilerinden Vettriano tabloları koymaya karar verdim. "Beni izleyin anacımmmm..." :))

13 Ekim 2009 Salı

Bir "Film Noir" Ressamı: Jack Vettriano


Bir gün Facebook'da dolaşırken tesadüfen rastladım ona: Boş bir odada tek başına, beyaz örtülü bir koltuğa oturmuş, gözlerini uzağa dikip düşüncelere dalmış siyah elbiseli sarışın bir kadın.. Resmin altında da bir açıklama notu: "Jack Vettriano-Thoughts of You". Baktıkça insanı alıp götüren, düşüncelere sürükleyen, adıyla müsemma bir tablo.. Böylece Mr. Vettriano'yla ilk tanışmam gerçekleşmiş oldu. Google'dan arama yaptığımda kendisinin diğer eserleriyle de tanıştım, aşkın, tutkunun, hüznün, bekleyişin, 30'lu 50 li yılların esintisini taşıyan eserlerle yani.. Ve ben de Jack Vettriano'nun eserlerine tutuldum...

Günümüz ressamlarından olmasına karşın tablolarına 30'ları 50'leri yansıtan, bir "film noir" ressamı diyebileceğimiz Jack Vettriano, 1951 yılının 17 Kasım'ında İskoçya'nın Fife bölgesinde deniz kıyısında bir sanayi ve madencilik kasabası olan Methilhill'de Jack Hoggan adıyla dünyaya geldi. Ressam içinde doğduğu ve büyüdüğü Britanya işçi sınıfı dünyasının dimağında ve sanatında bıraktığı derin izleri şu sözlerle tarif ediyor: "Bütün yollar doğduğum yere çıkıyor." İskoç ressam Jack Vettriano son on yılda hiç görülmedik bir hızla basamakları tırmanarak dünya çapında bir üne ve başarıya kavuştu. Çağdaş İngiliz resminin en önemli ressamlarından sayılan Vettriano dünya rekoru kıran, İskoçya'nın en pahalı tablosunun da yaratıcısı. Vettriano 30’ların ve 50’lerin nostaljik atmosferini taşıyan, kara filmlerden, ucuz romanlardan ilham alan resimlerin yaratıcısı olarak tanınıyor. Ancak bu popüler ressamın üslubu sanat çevresindeki bazıları tarafından da sıradan, yaratıcılıktan yoksun, kaba ve hatta terbiyesiz olmakla itham ediliyor. Ama benim görüşümü soracak olursanız eğer, sanatta "terbiyesizlik" diye bir kavram olmamalı. Eğer sanat eserleri bireylerin bilinçaltı ve hayalgücünün el becerisiyle yoğrularak vücuda getirilmiş haliyse, ve gerçekten de "düşünce özgürlüğü" diye bir şey varsa, sanatta "terbiyesizlik" söz konusu olamaz; nokta!

12 Ekim 2009 Pazartesi

Tekrar Merhaba ve Özlem...



Tam 1 yıl 1 gün geçmiş bu blogu açalı.. Bu süre içinde bloga fazla birşeyler eklemedim, ekleyemedim belki de.. Nedenini bilmediğim bir şekilde son zamanlarda yazma yetimi -ya da hevesimi mi desem- kaybettim sanki.. Aklımda uçuşan ilham kuşlarını yakalayamaz oldum, elime geçse geçse sadece birkaç parça tüy geçiyor.. Üşenmek mi denir buna yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama yazamıyorum işte, var mı ötesi..

Gelelim bu 1 yıl içinde hayatımda meydana gelen değişikliklere.. Aslına bakarsanız pek bir değişim olmadı bende; hala aynı kişiyim. Tek bir büyük değişim yaşadım; o da hayatımda belki de başıma gelen en güzel şeydi. İngiltere'ye, benim İngiltere'me gittim 8 aylığına. Uzun yıllardır hayalini kurardım bu diyarlarda yaşamanın; en sonunda bir tesadüfler ve oluşumlar zinciri sonunda kendimi İngiltere'de buldum geçici de olsa bir süreliğine. Hiç gidip de görmediğim halde Londra'da yaşamanın hayallerini kurardım, ama bu sefer hayalim biraz güneye kaydı ve dediğim gibi bir süreliğine kendimi İngiltere'nin güneybatısında kalan, Dorset'e bağlı Bournemouth'da buldum kendimi. Sakin, huzurlu, temiz, güvenli, ömür geçirilebilecek bir yer Bournemouth. Türkiye'deki Çanakkale gibi düşünün; bir emekli ve öğrenci şehri; ama Çanakkale'nin İstanbul'dan farkı kadar değil Londra'dan farkı. Gerek mesafe, gerekse yaşam biçimini kastediyorum "fark" derken. Canınız sıkılırsa çıkın o yemyeşil sokaklar arasında bir yürüyüşe; ya da sahile inip bir kulübe kiralayın güneşli bir günde. Çekin sandalyenizi kulübenin gölgesine, gömülün kitabınıza.. Ya da Russell-Cotes Müzesi'ne gidin; Bournemouth'un Kraliçe Victoria döneminde belediye başkanı olarak görev yapmış olan, geniş bir sanat kolleksiyonuna sahip olan Merton Russell-Cotes'un şu günlerde müzeye dönüştürülmüş evine yani. İster sanat kolleksiyonunu ve o dönemde kullanılmış eşyaları inceleyin, ister müzenin kafesinde lezzetli bir mola verip kendinizi şımartın, ister müzenin bahçesinde oturup o enfes manzarayı seyredin. Seçim size kalmış... Ya da isterseniz bir sahil şehri olmanın avantajını kullanan Bournemouth'un Oceanarium'unu gezip değişik deniz canlılarını yakından görebilirsiniz.

İngiltere'de kaldığım süre boyunca Bournemouth'da tıkılıp kalmadım tabii ki, günübirlik de olsa diğer şehirlere de gidip gezme fırsatı buldum. Bath, Oxford, Londra, Portsmouth, Winchester ve Salisbury'nin yanısıra Jurassic Coast ve Corfe Castle'ı da görme fırsatı buldum ve her gittiğim yerde kalbimin bir parçasını bırakarak geri döndüm. Özellikle Oxford ve Londra'ya öldüm bittim, hatta kendilerine "sizden çocuğum olsun" diyorum :)

Tabii ki her güzel rüyanın bir sonu var, hiç uyanmak istemesem de maalesef rüyamdan uyanmak zorunda kaldım ve içim yanarak, rüyamın rehaveti hala üzerimdeyken rüyamın en tatlı yerinde uyanmış olarak ülkeme geri döndüm. Ama şu anda özlüyorum.. Geride bıraktığım ülkeyi, okulumu, şehirleri ve insanları özlüyorum, hem de çok... Eğer reenkarnasyon diye bir şey varsa benim önceki hayatlarımın birinde bir İngiliz olmam ihtimali üzerinde düşünür oldum. Öyle ya, bir insan gidip görmeden, hiç orda yaşamadan bir ülkeye aşık olur mu?

Son söz olarak diyorum ki: "Don't cry for me Britain / The truth is I never left you / All through my wild days / My mad existence / I kept my promise / Don’t keep your distance..."

Belki bir gün...