22 Kasım 2009 Pazar

Only For Silvia...



Today is my sweet Silvia's birthday!! I feel so lucky that I met her ten months ago and I send her my all best wishes on her birthday for her whole life via my blog.. :)  

Feliz cumpleaños mi cariño..Te quiero soooo much mi amiga!  :)) 

18 Kasım 2009 Çarşamba

Bu Uzaylı Başka Uzaylı..




Dünyalı-uzaylı kavramının değişik bir bakış açısıyla ve animasyon tekniğinden yaralanılarak beyazperderdeye yansıtılan "Planet 51" filmi 20 Kasım'da yurtdışında vizyona girerken ülkemizde bir aylık bir gecikmeyle 25 Aralık'ta gösterime girecek.

Filmin konusuna gelince, aynen aktarıyorum:

Buradan çok çok uzaklarda, hayatın basit, çocukların mutlu ve herşeyin memnun olduğu bir yer vardı...Ama garip bir şey 51. Gezegene gelmekteydi...
1950'lerin yaşamında takılıp kalmış bir gezegen, aniden ortaya çıkan NASA astronotu Chuck Baker sayesinde altüst olur.

...Ve daha neler neler olur, bunları 25 Aralık'tan itibaren göreceğiz bakalım.. Filmi seslendirenler arasında Dwayne "The Rock" Johnson, Jessica Biel, Sean William Scott, John Cleese ve -tabii ki de şaşırmayacağınız üzere- Gary Oldman gibi ünlü isimler var.

Filmin resmi web sitesi için:
http://www.planet51.com/

Filmin perde arkası görüntüleri için:
http://www.youtube.com/watch?v=aGTRlS1lh-A
http://www.youtube.com/watch?v=Ge65YDWFCqc

9 Kasım 2009 Pazartesi

"Yaprak Ciğer" ve Denince Akla Gelen İlk Adres: Rumeli Sofrası


Geçtiğimiz Cuma günü,  teyzemin "haydi size bir yemek ısmarlayayım" teklifini kırmamamız üzerine anneannem ve büyükbabam da dahil olmak üzere dördümüz arabaya atlayıp Rumeli Sofrası'na gittik. Geçen sefer olduğu gibi -bu ikinci gidişimizdi- çok sıcak bir şekilde karşılandık. Restoranda masamıza kurulduktan sonra siparişlerimizi verdik: Aile büyükleri meşhur Edirne yaprak ciğerini ısmarlarken, ben tıpkı geçen seferki gibi satır et ısmarladım. Yemeğimiz hazır olurken ekmeklerimiz ve küçük bir tabak içinde minik acı biber turşuları, poy(özel bir çeşit baharat karışımı) ve salça sosumuz geldi ve ben geçen seferki gibi salça sosuna resmen balıklama atladım. Tahminimce salçanın içine poy ve azıcık yağ katılarak yapılıyor bu sos, fakat inanılmaz lezzetli; hele ki büyük bir açlıkla sipariş verdiğiniz yemeği bekliyorsanız, daha da lezzetli geliyor size. İkramda eli bol davranan restoran çalışanları, sos bittiği anda hemen tazeliyorlar ve siz bu doyumsuz lezzete non-stop devam ediyorsunuz.

Veee- o mutlu an! Yemeklerimiz geldi! Bu sefer, satır etimin sunumu daha süslüydü, bir de sosunu çok sevdiğimi bilen cici restoran çalışanları tabağımın dört bir yanına o nefis sostan kondurmuşlar. Satır etimi yedim yemesine, bir de tabii ki sevgili aile büyüklerimin yaprak ciğeri onlara fazla gelmesin diye(!) onlara da ciğerlerini bitirmelerinde yardımcı oldum :)   Sonuç: Karnı satır et ve yaprak ciğerle tıkabasa doymuş mutlu bir insan... :)

Satır etin ne olduğuna gelince.. Bir parça et satırlar yardımıyla incecik kıyılıyor, kıyılan bu et büyük bir köfte halibne getirilip pişiriliyor. Yanında çeşitli garnitürlerle servis edilip midenizde bir karnaval oluşturmak üzere önünüze konuyor.

Yaprak ciğerin yapımı daha bir değişik: bütün halde dondurulan ciğer, dondurucudan çıkar çıkmaz kocaman bir bıçak yardımıyla incecik incecik dilimleniyor ve bu dilimler hiç bekletmeden kızgın yağa atılıp kızartılıyor. Ve sonra sıra geliyor Edirne yaprak ciğerinin yanında servis edilen kızarmış bibere.. Bildiğiniz biber kızartması değil bu; şöyle ki: Yazdan kurutulup hazır edilen kırmızı acı biberler -bu kurutulmuş biberleri restoran duvarında her daim kızartılmaya hazır şekilde görebilirsiniz- kızgın yağda kızartılıyor ve hemen kızarmış ciğerin yanında servis ediliyor. O kuru biberin kıtırlığı kızartılınca daha da artıyor ve yaprak ciğerin olmazsa olmazı haline geliyor. E tabii bu biberi yerken yanında ekmek tüketmek zorunda kalıyorsunuz, çünkü bu biberler kırmızılığının yanında acılığıyla da ünlü. Ama ağzınız ne kadar yanarsa yansın, bu biberler gerçekten yenmeye -ve yanmaya- değer.

Restoran sahipleri Edirneli oldukları için, yaprak ciğer işini iyi biliyorlar, hem de üstlerinde Trakya insanının ilgisi ve sıcakkanlılığı da var. Siz yemek yerken resmen bir şey eksik olmasın diye gözünüzün içine bakıyorlar, siz istediğiniz takdirde tatlı sohbetlerini de eksik etmiyorlar.

Şimdi diyeceksiniz ki, bu kadar anlattın ama, nerde bu restoran? Taksim, Bakırköy ya da Kadıköy gibi bilindik ve merkezi bir yerde değil; Bayrampaşa'nın Yıldırım Mahallesi'nde cadde üzerinde bir restoran burası. Öyle iddialı bir restoran değil, ama temizliği ve çalışanlarının ilgisi açısından oldukça iyi bir puanı hakediyor bence. Evlere sipariş hizmeti de veren bu restoranın adresini ve telefon numarasını aşağıda bulabilirsiniz:


RUMELİ SOFRASI

Adres: Yıldırım Mah. Ali Fuat Başgil Cad. No: 52 Bayrampaşa-İSTANBUL

Tel: (212) 609 18 88

Afiyet olsun.. :)

8 Kasım 2009 Pazar

Cemal Süreya'dan...



Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni

Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini

Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli

Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki

Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği

Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki

Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini

Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri

Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi...

Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki

Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki

İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri...

Cemal SÜREYA

7 Kasım 2009 Cumartesi

Haydi, Herkes Airport AVM'ye!!!



...Ama sadece bir ay boyunca ve sadece haftasonları! Turkcell-HP ortaklığında gerçekleşen bir kampanya dahilinde satılan dizüstü bilgisayarların satış temsilcisi olarak, gelecek haftadan itibaren sadece bir aylığına Airport AVM'de olacağım. Hepinizi bekliyorum; hem sizin de dizüstü bilgisayarlarınızı yenileme zamanı gelmişti de geçiyordu bile, değil mi?   :)

4 Kasım 2009 Çarşamba

Simon'un Hınzır Kedisi


İngiliz çizer Simon Tofield'in yarattığı kedicik, hınızırlıklarıyla ve sürekli aç olan karnının doyurmak için yaptıklarıyla büyük bir hayran kitlesi oluşturmaya devam ediyor. Hınzırlıkları kötü niyetli değil aslında; ne yapıyorsa sadece sahibinin kendisiyle ilgisini ve takdirini kazanmak için yapıyor, ama "fazla sevgiden maraz doğar" sözü gereği, yaptıkları sahibine zarar vermiyor değil. Tamam, sahibine çaktırmadan televizyonun kumandasını kapıp bir anda televizyonu kapatmak ve hiçbirşey olmamış gibi davranmak masum olabilir; fakat sahibi bir türlü uyanmayınca beysbol sopasıyla sahibinin kafasına vurmak, uzun çabaları sonucu yakaladığı sineği sahibinin ağzına atmak masumiyetin sınırlarının biraz(!) dışında kalıyor.

Simon Tofield, bir kedinin bakışlarını, hareketlerini, o arada bir duyulan bir anlık nefes alıp-verişini, birşey isterken değişen ses tonunu, saldırıya hazırlandığı ya da oyun ounarkenki hareketlerini mükemmel şekilde gözlemlemiş ve yine aynı mükemmeliyetle çizgilere dökmüş. Şimdiye kadar hiç kedim olmadı, fakat İngiltere'de geçirdiğim sekiz ayın altısını kedisi olan bir bayanın yanında geçirdim ve az çok tanıyorum kedileri ve davranışlarını, bu yüzden Simon Tofield'in çok iyi bir gözlemci olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

İlk olarak Facebook'da(tabii ki şaşırmadınız buna) rastladığım ve anında hayran olduğum Simon Tofield'in kediciğinin kısa animasyon filmleri olduğu gibi, bir kitabı da çıkmış yakın zamanda.


Bu kitap Türkiye'de çıktı mı bilmiyorum, ben kendimi kısa animasyon filmleriyle avutuyorum ve yeni animasyon filmlerini bekliyorum, hey Simon, can you hear me?   :)

İlgili web sitesi ve kediciğimizin videoları için buradan buyrun:

Disney'den Bir Noel Şarkısı...




Bir Noel Şarkısı (İng: A Christmas Carol in Prose, Being a Ghost Story of Christmas ya da daha yaygın kullanımıyla A Christmas Carol) Charles Dickens'ın yazıp John Leech'in resimlediği ve ilk kez 19 Aralık 1843'te yayımlanan kitaptır. Dickens bu kitabı için "Küçük Noel Kitabı" der. Yazarın beş Noel kitabından ilki olan hikaye ani bir başarı elde etti ve bir hafta içinde altı bin kopya sattı. Önceleri ekonomik sorunlar yaşayan Dickens'ın borç kapatmak için altı haftada yazdığı masal tüm zamanların en kalıcı ve en popüler Noel hikayelerinden biri oldu.

Wikipedia'dan yaptığımız bu yararlı alıntıdan sonra gelelim "Bir Noel İlahisi'nin" konusuna: Cimriliği, kalpsizliği, duyarsızlığı ve suratsızlığıyla  tanınan Ebenezer Scrooge'u Noel gecesi eski ortağı Jacob Marley'in hayaleti ziyaret eder ve onu o gece üç hayaletin ziyaret edeceğini söyler. Marley'in dediği gerçekleşir: Biri Geçmiş Zamanın, biri Şimdiki Zamanın ve biri de Gelecek Zamanın Hayaleti olmak üzere üç hayalet Scrooge'u ziyaret eder. Geçmişin ve Şimdiki Zamanın Hayaletleri Scrooge'a bir ayna misali kendisinin ne kadar nefret edilen, kendisiyle alay edilen biri olduğunu gösterirler; Scrooge'un gördükleri arasında cimriliği yüzünden açlığın ve sefaletin pençesinde ölmek üzere olan çocuklar, cimriliği ve kalpsizliği nedeniyle elinden kaçırdığı eski sevgilisi Belle ve cimriliğiyle alay eden,buna rağmen kendisine acıyıp sırf bu yüzden yalnız kalmasın diye kendisini Noel partisine davet eden yeğeni Fred de vardır. Bir siluet biçiminde karşımıza çıkan Geleceğin Hayaleti'nin gösterdikleri ise daha sarsıcıdır; Scrooge'a bu davranışlarına devam ettiği takdirde nasıl tek başına yaşayıp bir köşede öleceğini gösterir. Geçirdiği bu sarsıcı geceden itibaren Scrooge değişmeye karar verir; kalbini kırdıkları insanların gönlünü almaya başlar, bir şirinlik muskası olup çıkıverir. Ve.. MUTLU SON...



Geçtiğimiz yıllarda defalarca televizyona ve beyazperdeye uyarlanan "A Christmas Carol", bir kez daha, bu sefer diğerlerinden farklı olarak üç boyutlu animasyon formatında ve Robert Zemeckis yönetiminde karşımıza çıkıyor. Başta Jim Carrey olmak üzere Gary Oldman, Colin Firth, Robin Wright, Bob Hoskins ve Fionnula Flannagan gibi dev isimleri bünyesinde buluşturan zengin  ve kaliteli bir oyuncu kadrosuna sahip olan ve "motion capture" tekniğinden yararlanılarak oluşturulan yapımda en büyük yük Jim Carrey'nin omuzlarında diyebiliriz. Filmde dört karaktere hayat veren Carrey, -şimdilik fragmanlardan ve tanıtım videolarından anladığım kadarıyla- bu büyük sorumluluğun altından alnının akıyla çıkmışa benziyor. Gerçi bunu diğer oyuncular için de söylemek mümkün; hepsi seslerinin ve "motion capture" tekniğinin hakkını vermiş gibiler.

Bu arada dikkatimi çeken bir noktayı söylemeden geçemeyeceğim: Tesadüf müdür, yoksa cast sorumlusunun hinliği midir bilinmez, Scrooge'un katipliğini yapan Bob Cratchit'i canlandıran Gary Oldman'ın ilk eşi Lesley Manville, filmde Mrs. Cratchit olarak karşımıza çıkacak.

Filmin temasının ve konusunun Noel olmasına rağmen, gösterim tarihinin neden Kasım'da olduğu ise benim için bir merak konusu. Yurtdışında 6 Kasım'da, ülkemizde ise 20 Kasım'da izleyicisiyle buluşacak.

Disney yapımcılığında izleyiciyle buluşan filmin yapımcılığını ve yönetmenliğini daha önce yine "motion capture" tekniği kullanılarak çekilen Polar Express'in de yapımcılığını ve yönetmenliğini yapmış olan Robert Zemeckis üstlenirken, soundtrack görevini ise daha önce Van Helsing, Polar Express, Beowulf ve Night at The Museum gibi birçok tanınmış yapımın müzikleriyle tanıdığımız Alan Silvestri üstleniyor.

Daha önce de belirttiğim gibi yurtdışında 6 Kasım'da gösterime girecek olan filmin galası 3 Kasım'da yapıldı. Bu arada dikkatimi çeken bir diğer nokta ise, filmde Bob Cratchit, Jacob Marley ve Tiny Tim gibi filmin üç önemli karakterini başarıyla canlandıran Gary Oldman'ın bu galaya -ve daha önce yapılmış olan galalara- katılmamış olması. Bu konuda herhangi bir dedikodu duymamış olmama rağmen bunun nedenini oldukça merak etmekteyim  açıkçası.

Filmin ülkemizdeki gösterim tarihi olan 20 Kasım'ı sabırsızlıkla bekliyorum, bu arada filmin tanıtım videolarıyla ve sahne arkası görüntüleriyle kendimi oyalamaya çalışıyorum. Bu arada Scrooge'un sıkça kullandığı kelime Jim Carrey'nin telaffuz ve tonlamasıyla dilime pelesenk olmuş durumda: Humbug!

Filmin resmi web sitesi için:
Bu da sahne arkası görüntülerini ve oyuncu yorumlarını içeren video:

Şimdiden iyi seyirler!

2 Kasım 2009 Pazartesi

One of my favorites..



LULLABY

O for a voice like thunder, and a tongue
To drown the throat of war! - When the senses
Are shaken, and the soul is driven to madness,
Who can stand? When the souls of the oppressed
Fight in the troubled air that rages, who can stand?
When the whirlwind of fury comes from the
Throne of God, when the frowns of his countenance
Drive the nations together, who can stand?
When Sin claps his broad wings over the battle,
And sails rejoicing in the flood of Death;
When souls are torn to everlasting fire,
And fiends of Hell rejoice upon the slain,
O who can stand? O who hath caused this?
O who can answer at the throne of God?
The Kings and Nobles of the Land have done it!
Hear it not, Heaven, thy Ministers have done it!

William BLAKE

Çevirisi:

ah, gök gürültüsü gibi bir sesin hatırı için, ve savaşın
gırtlağını boğacak bir dilin hatırı için!
duygular sarsıldığı zaman, ve ruh çılgınlığa sürüldüğü zaman,
kim ayakta durabilir?
ezilmişlerin ruhları
kırıp geçiren dertli havada döğüşürken, kim ayakta durabilir?
 korkunç öfkenin hortumu geldiğinde
tanrının tahtından, çehresindeki kaş çatışları
milletleri bir araya getirirken, kim ayakta durabilir?
günah geniş kanatlarını harbin üzerinde çırparken,
ve yelkenler ölüm selini kutlarken;
ruhlar hiç bitmeyen ateşin içine yırtılırken,
ve cehennemin dostları katledilenlere sevinirken,
ah kim ayakta durabilir?
ah kim sebep verdi buna?
ah kim cevap verebilir tanrının tahtında?
kralları ve asilleri yeryüzünün, sizler yaptınız bunu!
işit ya da işitme, gökyüzü, senin elçilerin yaptılar bunu!

Şu anda canımın çektiği şeyler..






Bu ikinci resimdekinin tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama inanılmaz lezzetli geliyor gözüme şu anda, hele de o Jalapeno biberlerine baktıkça iştahım kabarıyor iyice. Yarın bir paket Doritos alıp üstün aşçılık yeteneklerime(!) ve tahminlerime dayanarak bunu bir denesem mi ki acaba?

Nestlé'den portatif mozaik pasta..


Nestlé, ürün yelpazesine Nestlé Bisküvili'yi eklediğinde aynı zamanda favori çikolatalarım arasına da yeni bir çikolata eklemiş oldu, ama kendisinin bu durumdan henüz haberi yok :)   Geçenlerde "bir deneyeyim" diye aldığım Nestlé Bisküvili'yi evde üç kişi zor paylaştık! Tıpkı reklamdaki gibi, resmen kapış kapış gitti çikolata, inanılır gibi değildi! Mozaik pastayı andıran tadıyla ailecek(!) gönlümüzde ve damağımızda taht kuran Nestlé Bisküvili'yi severek ve beğenerek(!) tüketmekteyiz efenim :)   Size de tavsiye ederim, deneyin, vazgeçemeyeceksiniz!

P.S. :Bu son cümlemden sonra Nestlé'den reklam ücreti istesem mi acaba?...   :))

Kızıl Günler...



İnsanların doğduğu ayla en sevdiği mevsim arasında bir doğru orantı olup olmadığından emin değilim ama sanırım en azından ben bu orantıya sahibim. Seviyorum doğduğum mevsimi... 

Sonbahar çocuğuyum ben, yani başlıkta belirtmiş olduğum gibi kızıl günlerin çocuğuyum. Her şeyiyle seviyorum sonbaharı; kızarıp dökülen yapraklarıyla, insanı ne terleten ne de donduran iklimiyle, usul usul yağan yağmuruyla bambaşka bir mevsimdir sonbahar... Hatta hep hayal ederim kızarıp dökülmüş yaprakların yerlerde yığınlar oluşturduğu, kızılımsı sarı yaprakların ağaçlardan bir yağmur misali insanın üstüne yağdığı bir ormanda yürümeyi, hatta mümkünse bu ormanda küçücük de olsa bir kulübemin olduğunu.. Yağlıboya tablolardaki gibi bir yaşam anlayacağınız.. Bir göl kıyısında, kızıl yapraklı bir ormanın içinde yaşamak... Düşüncesi bile insana huzur veriyor.

"Sonbahar, hüzün mevsimidir" derler. Ben sonbaharın hüznünü de seviyorum, bu belki de Yengeç yükselenli Terazi burcu olmamın  getirdiği duygusallıktan kaynaklanıyor. Melankoliyi, nostaljiyi seven biriyim. Evcimenim aynı zamanda, evden değil bir hafta -hatta daha fazla- çıkmasam gık demem. Başkalarının sevmediği yağmuru ben severim, ama tabii ki zarar vermeyen, seller yaratmayan cinsini. Hele bir de evdeysem -hele hele yalnızsam- ve yapacak bir şeyim yoksa değmeyin keyfime.. Güzel bir kitap veya film -ya da ortama uygun müzik-, bir kupa çay ve atıştıracak birşeyler olsun, havada da yağmur karanlığı olsun, benden mutlusu yoktur.

Sonbaharın havası kimseyi rahatsız etmez. Yukarıda da bahsetmiş olduğum gibi sonbahar havası insanı ne terletir, ne de titretir. Üstünüze bir hırka almanız yeterli olur.  Ayrıca börtü böcek açısından da yoksundur sonbahar, özellikle yazın  sivrisinekler insanı bezdirirken, sonbaharda bu mikrovampirler birdenbire ortadan kaybolur ve bir oh çektirir insana...

Şu günlerde yaşamakta olduğumuz kızıl günlerin tadını en güzel şekilde, layıkıyla çıkarmanız dileğiyle... Gökten üç kızıl sonbahar yaprağı düşmüş: Biri sizlerin, biri benim, biri de bu satırları sizinle paylaşmamı sağlayan blogun kaşifinin başına...