30 Ekim 2009 Cuma

Halloween geldi, hoş geldi...


Yılın -ülkemizde olmasa da-en beklenen günlerinden biri olan Cadılar Bayramı kapıda, "Trick or treat?" diye bağırıp kapıyı yumrukluyor. Her zamanki gibi giymiş ürkütücü kıyafetlerini; oyulmuş balkabaklarını, dekoratif iskeletlerini, yarasalarını, oraklarını donanmış, yapma örümcek ağlarını da bir şal gibi atmış üstüne.. "İşte geldim, tadını çıkarın" diyor. Eh, bize düşen de gerçekten de onun tadını çıkarmak. Ülkemizde veya ailemizde kutlanmasa da, hiç olmazsa kendi içimizde Cadılar Bayramı ruhunu yaşatmak... "Şu anda yurtdışında olmak vardı" diyorum son söz olarak...

Şimdiden kutlu olsun..

28 Ekim 2009 Çarşamba

Telefon Sapıklığında Ödemeli Arama Devri...



Evet, yanlış okumadınız. İnsanlar bu kadar adileşti.. Çok acil durumlarda kontör olmadığı takdirde kullanılması gereken ödemeli arama, telefon sapıkları tarafından kullanılmaya başlandı. Olay başıma geldiği için biliyorum. Hatta bu satırları yazarken bile sinirleniyorum gene..

Efendim, olayın başlangıcı dün geceye uzanıyor. Dün gece saat 00.30 sularında, yani münasebetsiz bir zamanda telefonum çaldı, telefona baktığımda ödemeli arama yapıldığını gördüm fakat açmadım, çünkü numara tanıdık gelmedi. Açmadım ama içim rahat etmedi. "Ya önemli bir aramaysa, ya arkadaşlarımdan biriyse.." diye içim içimi yedi. Telefon rehberimde kayıtlı olan numaraları tek tek araştırdım, fakat arayan numaranın rehberimde kayıtlı olmadığını gördüm. Daha sonra ilgili GSM operatörüne numara sorgulama mesajı attım, fakat gelen  cevapta numaranın tanımlanamadığı söyleniyordu. Arayan numaraya mesaj atayım bari dedim, öyle ya, ödemeli arama yaptı, mutlaka bana ulaşması gereken biridir herhalde diye düşündüm. Mesajda gayet nazik bir dille kim olduğunu sordum, fakat yanıt gelmedi. Ben de "arayan bir şekilde bana gene ulaşır" dedim içimden ve önemsemedim.

Ertesi sabah tam ben bu olayı unutmuştum ki, telefonum tekrar "ödemeli" olarak çaldı. Arayan numarayı geri aradım, oldukça boğuk, neredeyse anlaşılmaz bir bayan(?) sesiyle karşılaştım. Önce bir akrabamız sandım, kim olduğunu anlamaya çalıştım, kimi aradığını, kim olduğunu olanca kibarlığımla sordum, fakat gelen yanıtlar tatmin edici değildi. Bu arada o da benim kim olduğumu sordu filan. Ben hala bir akraba olması ihtimaliyle telefonu anneme verdim, "bak bakalım, adım *** diyor, belki akrabadır" dedim. Annemin de yaptığı konuşma sonucu gene bir şey elde edemedik ve telefon sapığı olduğuna kanaat kılıp telefonu kapattık. Bu arada olan benim kontörlerime oldu. Şu anda kanıma dokunan şey ne o kişinin söylediği şeyler -ki öyle sapıkça birşeyler söylediği de yoktu- ne de telefon sapıklığı. Benim asıl kanıma dokunan şey o kişinin büyük bir adilikle yaptığı ödemeli aramalar. Ve benim "belki bir tanıdıktır" diye o telefonu açıp konuşmam. Ve o kişiye yeterince haddini bildirememem. Bak, aklıma geldikçe köpürüyorum gene!...

Telefon sapıklığının da bir adabı vardı kendi içinde, ama o da bitmiş anlayacağınız. Ödemeli arama zaten sinirime dokunuyordu, şimdi iyice gözümden düştü. Ve o arayan kişiye de kendisiyle konuştuğumda harcadığım kontörlerin parasını hiçbir surette helal etmiyorum, dilerim o paranın misli misli fazlası ondan onun sinir olacağı bir şekilde çıkar! Paragöz bir insan değilim ama böyle adi insanlara harcayacak, helal edecek bir kuruşum yok!

Bundan böyle ne tanımadığım numaralardan gelen aramaları açarım, ne de ödemeli aramaları cevaplarım. Kimse kusura bakmasın, bana ulaşmak isteyen bir şekilde ulaşır.. NOKTA!

Abidin Dino'dan Mutluluğun Resmi...




Yorumsuz...

26 Ekim 2009 Pazartesi

Sevilir ki bu Fırat..




Facebook üyeliğinin bana kazandırdıklarından biri de Fırat. Hani şu Uykusuz dergisinde Uğur Gürsoy'un çizgileriyle hayat verdiği parmak çocuk tadındaki şirin karikatür karakteri. Parmak kadar boyu, ayaklarına büyük gelen terlikleri, kocaman yuvarlak kafası ve o kocaman kafaya oranla küçücük gözüken burnu ve ağzıyla gönüllere taht kuran Fırat'ın kullandığı jargon da insanların diline pelesenk oluyor günden güne. "Enee", "beslenir ki bu", "yeeek yeeeaaa", "bu bozukmuş meğersem", "en birinci ben oldum", "birincilik teli" "azından mı öpmüş?" bu jargonun en bilindik örneklerinden. Facebook'da birden fazla fan club sayfasına sahip olan Fırat'ın hayran sayısı gün geçtikçe artmaya devam ediyor.

Gary Oldman ve Tim Roth'dan Bir Hamlet Yorumu: Rosencrantz and Guildenstern Are Dead




Gary Oldman ve Tim Roth aynı filmde yer alırsa, hele de bu film ustaca işlenmiş bir mizah anlayışına sahip bir komedi filmi olursa ne olur? Tabii ki "tadından yenmez" :) Bu filmi birkaç yıl önce duymuştum, Youtube'dan filmle ilgili birkaç video izlemiş ve bu filmi mutlaka görmem gerektiğine karar vermiştim. İzleme fırsatına ancak birkaç ay önce nail oldum. Yer yer biraz sıkılsam da, ilk izlenimimin doğru olduğunu anladım, film gerçekten de ustaca bir mizah örgüsüne sahip; Gary Oldman, Tim Roth ve Richard Dreyfuss'un oyunculukları her zamanki gibi izleyenlere parmak ısırtıyor.

Kahramanlarımız Rosencrantz ve Guildenstern'in aralarında geçen diyaloglar insanı kimi zaman kahkahalara boğarken kimi zaman da düşünmeye itiyor. Kahramanlarımızın adlarını sürekli karıştırmaları ise ayrı bir alem. Bu karışıklık ise tahminimce kahramanlarımızın Hamlet piyesi içindeki olayların hem içinde hem de dışında olmasından kaynaklanıyor. Filmde en sevdiğim bölümler ise Gary Oldman'ın canlandırdığı, Rosencrantz(veya Guildenstern de olabilir, ben de tam anlayamadım)'ın kendi kendine yaptığı, fakat bir türlü Guildenstern'e gösteremediği -ya da anlatamadığı- keşifler. Eğer başarabilseydi Newton'un Yerçekimi Yasası'nın, Wright kardeşlerin uçağının, buhar gücüyle çalışan kazan-karıştırıcının, rüzgar gülünün mucidi olabilirdi, ama Guildenstern'e gösterme hevesiyle keşiflerinin üstünde oynaması ve Guildenstern'in keşiflerine dikkat etmeksizin bu keşifleri mahvetmesi sonucu eli böğründe kalıyor Rosencrantz'ımızın.

Filmde beğendiğim bir diğer şey ise filmde yeralan tiyatro oyununun oynanış şekli. Shakespeare dönemindeki tiyatroların nasıl oynandığını bilmiyorum, ama o dönemdeki tiyatro oyunlarında bayan karakterleri genç erkeklerin oynadığı gerçeği atlanılmamış. Filmdeki tiyatro oyununun sahnelerinin gerçekleştirilme biçimi de yaratıcı. Örneğin, Ophelia'nın kendini dereye atıp boğması sahnesinde dere dekoru olarak karşılıklı iki oyuncunun tutup dalgalandırdığı ince bir mavi tül kullanılmış. Başta Ophelia'nın ayak bileği seviyesinde olan su/tül, gittikçe yükseliyor ve bir süre sonra Ophelia'nın boyunu aşacak seviyeye geliyor. Bu sırada Ophelia çırpınmaktadır, bir süre sonra da dibe çöküyor. Böylece sevgili Ophelia'mızın boğulduğunu anlıyoruz. Belki bunlar küçük ayrıntılar,fakat benim için oldukça göz okşayıcı ve de zekice ayrıntılar.

Sözlerimi bu filmi henüz izlememiş olanlara hitaben noktalıyorum: Eğer bir Hamlet hayranıysanız ve güzel zaman geçirmek için bir eğlencelik arıyorsanız bu filmi kaçırmayın derim. İzlemek ya da izlememek, işte bütün mesele bu... :)

20 Ekim 2009 Salı

Gerçek Bir İngiliz Leydisi: Maggie Smith



"Harry Potter and the Sorcerer's Stone" filminde görüp tanıdığım, daha sonra da CNBC-e'de izlediğim "California Suite" ile gönlümdeki yerini pekiştiren ve vazgeçilmezlerim arasında yerini alan Margaret Natalie Smith, 28 Aralık 1934 Essex, İngiltere doğumlu. Oxford Playhouse Theate'da öğrenim gördü. 1956'da ilk filmini yaptı. 1969'da "The Prime of Miss Jean Brodie" ile Oscar ödülünü aldı. Aynı zamanda "California Suite''deki rolüyle de 1979'da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü aldı. 1970'de Commander of British Empire oldu ve 1990'da Dame Commander'a yükseldi. 1967'de aktör Robert Stephens'le evlenen Smith, 7 yıl süren evliliğini 1974'te bitirdi. Bu 7 yıllık evliliği süresince Chris ve Toby adında iki oğlu oldu -ki biz bu iki oğlunu da çeşitli Hollywood yapımlarında izliyoruz, üstteki resimde de fotoğraflarını görebilirsiniz. Robert Stephens'dan boşanmasından 1 yıl sonra aktör ve oyun yazarı Beverley Cross'la evlendi, fakat bu evlilik 1998'de Cross'un ölümüyle son buldu. 6 kez Oscar'a aday gösterilen ve bu adaylıkların 2'sinden Oscar'la evine dönen Smith, Oscar haricinde Altın Küre ve Emmy başta olmak üzere birçok ödülün sahibi. Şu anda 75 yaşında olmasına rağmen bir genç kız kadar dimdik ve dinç olan usta oyuncuyu daha uzun uzun yıllar beyazperdede ve sahnelerde görmek umuduyla... 

Evet, itiraf ediyorum: "BEN BİR ÇİKOLATAKOLİĞİM!!!"

Dünyanın belki de en masum, en keyifli bağımlılığıdır çikolata bağımlılığı.. Ne sigara, alkol ve uyuşturucu gibi süründürüp öldürür, ne de toplum sizi bu bağımlılığınızdan dolayı dışlar. Bu bağımlılığın tek negatif yönü kilo almanıza neden olmasıdır; ama buna rağmen az önce saydığım bağımlılıklardan farklı olarak bu bağımlılığın fiziksel ve ruhsal faydaları da var, mesela çikolata yemek "seratonin" olarak adlandırılan mutluluk hormonunun salgılanmasını sağlıyor.

Hem, kim sevmez ki çikolatayı? O güzel kokusu, yumuşacık lezzeti, çeşidine göre içerdiği fındığı-fıstığı, likörü, bademi, çileği, karameli... İsviçrelisi, Almanı, Belçikalısı...Şu anda bu satırları yazarken bile ağzım sulanıyor...

Fazla söze hacet yok aslında... Uzun lafın kısası: SENİ SEVİYORUM ÇİKOLATA!!!



14 Ekim 2009 Çarşamba

Heyoooo!!! Sanırım yazı yazma hevesim geri geliyor!!!

Dünden beri yazı yazmaya, beynimin kıvrımlarından birşeyler üretip paylaşmaya olan hevesim geri gelmeye başlamış gibi hissediyorum, haydi hayırlısı.. Bu arada, bir önceki yazımda Jack Vettriano'dan bahsetmiştim, belli aralıklarla bloguma "Günün Vettriano'su" gibilerinden Vettriano tabloları koymaya karar verdim. "Beni izleyin anacımmmm..." :))

13 Ekim 2009 Salı

Bir "Film Noir" Ressamı: Jack Vettriano


Bir gün Facebook'da dolaşırken tesadüfen rastladım ona: Boş bir odada tek başına, beyaz örtülü bir koltuğa oturmuş, gözlerini uzağa dikip düşüncelere dalmış siyah elbiseli sarışın bir kadın.. Resmin altında da bir açıklama notu: "Jack Vettriano-Thoughts of You". Baktıkça insanı alıp götüren, düşüncelere sürükleyen, adıyla müsemma bir tablo.. Böylece Mr. Vettriano'yla ilk tanışmam gerçekleşmiş oldu. Google'dan arama yaptığımda kendisinin diğer eserleriyle de tanıştım, aşkın, tutkunun, hüznün, bekleyişin, 30'lu 50 li yılların esintisini taşıyan eserlerle yani.. Ve ben de Jack Vettriano'nun eserlerine tutuldum...

Günümüz ressamlarından olmasına karşın tablolarına 30'ları 50'leri yansıtan, bir "film noir" ressamı diyebileceğimiz Jack Vettriano, 1951 yılının 17 Kasım'ında İskoçya'nın Fife bölgesinde deniz kıyısında bir sanayi ve madencilik kasabası olan Methilhill'de Jack Hoggan adıyla dünyaya geldi. Ressam içinde doğduğu ve büyüdüğü Britanya işçi sınıfı dünyasının dimağında ve sanatında bıraktığı derin izleri şu sözlerle tarif ediyor: "Bütün yollar doğduğum yere çıkıyor." İskoç ressam Jack Vettriano son on yılda hiç görülmedik bir hızla basamakları tırmanarak dünya çapında bir üne ve başarıya kavuştu. Çağdaş İngiliz resminin en önemli ressamlarından sayılan Vettriano dünya rekoru kıran, İskoçya'nın en pahalı tablosunun da yaratıcısı. Vettriano 30’ların ve 50’lerin nostaljik atmosferini taşıyan, kara filmlerden, ucuz romanlardan ilham alan resimlerin yaratıcısı olarak tanınıyor. Ancak bu popüler ressamın üslubu sanat çevresindeki bazıları tarafından da sıradan, yaratıcılıktan yoksun, kaba ve hatta terbiyesiz olmakla itham ediliyor. Ama benim görüşümü soracak olursanız eğer, sanatta "terbiyesizlik" diye bir kavram olmamalı. Eğer sanat eserleri bireylerin bilinçaltı ve hayalgücünün el becerisiyle yoğrularak vücuda getirilmiş haliyse, ve gerçekten de "düşünce özgürlüğü" diye bir şey varsa, sanatta "terbiyesizlik" söz konusu olamaz; nokta!

12 Ekim 2009 Pazartesi

Tekrar Merhaba ve Özlem...



Tam 1 yıl 1 gün geçmiş bu blogu açalı.. Bu süre içinde bloga fazla birşeyler eklemedim, ekleyemedim belki de.. Nedenini bilmediğim bir şekilde son zamanlarda yazma yetimi -ya da hevesimi mi desem- kaybettim sanki.. Aklımda uçuşan ilham kuşlarını yakalayamaz oldum, elime geçse geçse sadece birkaç parça tüy geçiyor.. Üşenmek mi denir buna yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama yazamıyorum işte, var mı ötesi..

Gelelim bu 1 yıl içinde hayatımda meydana gelen değişikliklere.. Aslına bakarsanız pek bir değişim olmadı bende; hala aynı kişiyim. Tek bir büyük değişim yaşadım; o da hayatımda belki de başıma gelen en güzel şeydi. İngiltere'ye, benim İngiltere'me gittim 8 aylığına. Uzun yıllardır hayalini kurardım bu diyarlarda yaşamanın; en sonunda bir tesadüfler ve oluşumlar zinciri sonunda kendimi İngiltere'de buldum geçici de olsa bir süreliğine. Hiç gidip de görmediğim halde Londra'da yaşamanın hayallerini kurardım, ama bu sefer hayalim biraz güneye kaydı ve dediğim gibi bir süreliğine kendimi İngiltere'nin güneybatısında kalan, Dorset'e bağlı Bournemouth'da buldum kendimi. Sakin, huzurlu, temiz, güvenli, ömür geçirilebilecek bir yer Bournemouth. Türkiye'deki Çanakkale gibi düşünün; bir emekli ve öğrenci şehri; ama Çanakkale'nin İstanbul'dan farkı kadar değil Londra'dan farkı. Gerek mesafe, gerekse yaşam biçimini kastediyorum "fark" derken. Canınız sıkılırsa çıkın o yemyeşil sokaklar arasında bir yürüyüşe; ya da sahile inip bir kulübe kiralayın güneşli bir günde. Çekin sandalyenizi kulübenin gölgesine, gömülün kitabınıza.. Ya da Russell-Cotes Müzesi'ne gidin; Bournemouth'un Kraliçe Victoria döneminde belediye başkanı olarak görev yapmış olan, geniş bir sanat kolleksiyonuna sahip olan Merton Russell-Cotes'un şu günlerde müzeye dönüştürülmüş evine yani. İster sanat kolleksiyonunu ve o dönemde kullanılmış eşyaları inceleyin, ister müzenin kafesinde lezzetli bir mola verip kendinizi şımartın, ister müzenin bahçesinde oturup o enfes manzarayı seyredin. Seçim size kalmış... Ya da isterseniz bir sahil şehri olmanın avantajını kullanan Bournemouth'un Oceanarium'unu gezip değişik deniz canlılarını yakından görebilirsiniz.

İngiltere'de kaldığım süre boyunca Bournemouth'da tıkılıp kalmadım tabii ki, günübirlik de olsa diğer şehirlere de gidip gezme fırsatı buldum. Bath, Oxford, Londra, Portsmouth, Winchester ve Salisbury'nin yanısıra Jurassic Coast ve Corfe Castle'ı da görme fırsatı buldum ve her gittiğim yerde kalbimin bir parçasını bırakarak geri döndüm. Özellikle Oxford ve Londra'ya öldüm bittim, hatta kendilerine "sizden çocuğum olsun" diyorum :)

Tabii ki her güzel rüyanın bir sonu var, hiç uyanmak istemesem de maalesef rüyamdan uyanmak zorunda kaldım ve içim yanarak, rüyamın rehaveti hala üzerimdeyken rüyamın en tatlı yerinde uyanmış olarak ülkeme geri döndüm. Ama şu anda özlüyorum.. Geride bıraktığım ülkeyi, okulumu, şehirleri ve insanları özlüyorum, hem de çok... Eğer reenkarnasyon diye bir şey varsa benim önceki hayatlarımın birinde bir İngiliz olmam ihtimali üzerinde düşünür oldum. Öyle ya, bir insan gidip görmeden, hiç orda yaşamadan bir ülkeye aşık olur mu?

Son söz olarak diyorum ki: "Don't cry for me Britain / The truth is I never left you / All through my wild days / My mad existence / I kept my promise / Don’t keep your distance..."

Belki bir gün...